Yunanistan Başbakanı Miçotakis, orman yangınlarını söndürmekte başarılı olamadıklarını söyleyerek halkından özür diledi.
Özür dilemek için televizyon kameralarının karşısına geçmesinden saatler önce de yangın söndürme helikopterlerini bakımsızlık yüzünden havalandırmayı başaramayan hava kuvvetlerinin komutanı görevinden istifa ettiğini açıklamıştı.
Her zaman söylemişimdir, bizim kamu yönetimimizin, diğer devletlere göre üstün tarafı da böyle durumlarda ortaya çıkar, bu türden "istikrarsızlık yaratıcı davranışlara" rastlanmaz.
Çünkü arkadaşlar, bizim memlekette "dere geçilirken at değiştirilmez."
Bu atasözünü ilk söyleyen "atamız" kimdi, nasıl bir ruh durumuna sahipti ve söylediği bu sözün yüzyıllar sonra bile etkisinden hiçbir şey kaybetmeden yaşayacağını düşünmüş müydü, doğal olarak bilmiyoruz.
Kim olduğunu bilseydim, mezarına gidip bir Fatiha okur ama sonra da bayramlık ağzımı açardım.
Çünkü bu atasözü, bir motto haline gelip Türklerin kamu yönetimi anlayışının genel çerçevesini çizdiğinden beri Yunanistan’da yaşanan istifa ve özür olaylarının bir benzeri bu memlekette tarih boyunca hiç yaşanmadı!
Kötü giden işler nedeniyle hiçbir kamu görevlisi mahcup olmadı, istifa etmedi, hatta üste çıkıp kendisinden başka herkesi suçladı, başarısızlığın nedenlerini başkalarının üzerine atıp, koltuğunda oturmaya devam etti.
Çünkü Murathan Mungan’ın da özlü şekilde ifade ettiği gibi "bu memlekette her şey olabilirsiniz ama asla rezil olamazsınız"!
Rezil olamadığınız için de istifa etmenize gerek kalmaz.
En çok merak ettiğim şey de başarısızlığı ayyuka çıkmış yöneticinin, akşam evine gittiğinde ne yaptığıdır.
Zarif eşine ne diyor mesela? Çocuklarına?
Görünmez adam olabilmeyi bunun için çok isterdim!
Kamu yönetimi anlayışımız böyle ama aslına bakarsanız Türklerin toplumsal yaşamının ayırt edici özelliklerinden biri rezil olmayı başaramamak durumudur.
Başkası yapsa sinirden sizi çıldırtacak bir eylemi, kendiniz kolayca yapabilirsiniz.
Ben buna "dörtlüleri yakmak" diyorum.
Otomobillerin sinyal lambalarının dördünün birden aynı anda yanıp sönmesini sağlayacak bir düğmenin otomobillerin içine ne zaman konduğunu bilmiyorum.
Araştırdım, Google da bilmiyor; hatta ukalalık yapıp "şunu mu demek istediniz" diye karşı soru bile soramıyor!
Ancak bunun nasıl bir ihtiyaçtan doğmuş olabileceğini tahmin edebiliriz.
Önce sağa, sola dönüş için sinyal icat edildi, sonra muhtemelen bir pazarlamacı "otomobillerin içine bunların dördünü birden yakacak düğme koyalım" dedi ve mühendisler de bunu yaptılar ki arıza, lastik patlaması gibi beklenmedik bir durumda sürücüler bunları kullanarak, diğer sürücüleri uyarabilsin!
Elbette bu icadın, günün birinde Akdeniz’e bir kısrak başı gibi uzanan bir ülkede bambaşka amaçlar için kullanılabileceğini düşünmemişlerdi.
Bizim memlekette "dörtlüleri yakmak", evrensel trafik kurallarını ve 138 maddeden oluşan Karayolları Trafik Kanunu ve 180 maddelik Karayolları Trafik Yönetmeliği’nin bazı hükümlerini "mülga" ilan etmek anlamına gelir.
"Dörtlüleri" yakarsanız, dönülmeyecek kavşaktan dönebilirsiniz.
Yoğun bir trafikte, iki şeritli yolda, şeridin birini "bir şey alıp geleceğim" diye tıkamanızı da bu dörtlüleri yakmak sağlar.
Dörtlüleri yakan, trafikte her şeyi yapma hakkına sahip demektir.
Arıza şeridinden gidebilir, canı istediği yerde durabilir, az önce solladığı aracın sürücüsüne bu yolla küfür edebilir! Her şeye hakkı vardır.
Dörtlüleri yakanlar evrim geçirir ve insanlığın yeni bir evresine geçerler.
Buna da "Homo Doblotikus" diyorum.
Homo Sapiens’in, Doblo kullanan hali!
Kamu yönetimi dediğimiz şey, vatandaşların vergilerini düzgünce harcayarak, vatandaşların talep ettiği hizmetlerin sağlanabilmesidir.
Türkiye’de hakim anlayış ise bunun tersidir.
Vatandaş vergisini ödemelidir ki devlet denilen muazzam aygıt, canının istediğini yapabilsin.
Günlük yaşamda bunun en basit örneğini kamu binalarında görürüz.
Ben buna "yan kapı sendromu" da diyorum.
Almanlar başta, yedi düveli kıskandırmak için kamu binalarımızda büyüklük esastır.
Ne kadar büyük, o kadar iyi.
Onun için dev adalet sarayları, dev bakanlık binalarımız var. Dev dediysem, lafın gelişi değil, gerçekten dev.
Ve bunların muazzam giriş kapıları var.
Bazıları düz ayak, bazılarında ana kapıya ulaşmak için on beş – yirmi basamak tırmanmak da gerekiyor.
Ancak istisnasız hepsinde "girişler yan kapıdan"!
"Yan kapı" denilen şey de sonradan açılmış, alüminyum, küçük bir kapıdır.
Asıl kapıdan sadece valiler, bakanlar, genel müdürler filan girip çıkabilir.
Vatandaşlara hep "yan kapı" gösterilir.
Ana kapıya yaklaşmak bile yasaktır.
Bu Türkiye’de kamu yönetiminin vatandaş ile yönetici arasındaki sınıf farkını vurgulayan, halkın kafasına kakan bir uygulamadır.
"Herkes yerini bilecek" sözü de buradan çıkar.
Valilerin, bakanların vatandaşları kolayca azarlayabilmelerinin maddi temeli "yan kapıda" atılır.
Hiç ana kapıdan girenle, yan kapıdan giren bir olur mu?
Ana kapıdan girmek, aynı zamanda ciddi bir zihin açıklığına kavuştuğunuz anlamına da gelir.
O kadar ki kimsenin düşünemediğini düşünür, kimsenin akıl edemediğini akıl edebilirsiniz.
Daha doğrusu kendinizi böyle zannetmenizin yolu açılır.
Aslına bakarsanız bu durumdaki bir devlet büyüğünün çok konuşmaması da gerekir ama bizde tam tersi olur.
Çok konuşmasa daha iyidir, çünkü insanlar bu sessizlikten bir anlam çıkarmaya daha çok hazırdır.
"Söz gümüşse, sükut altındır" atasözümüz aslında buradan çıkmıştır ancak sadece vatandaşlar için geçerli hale gelmiştir.
Vatandaşların olur olmaz şeylere itiraz etmesinin önüne böyle geçilir.
Küçük yaştan itibaren itaate alıştırılırız.
Bir çocuk parkına gidin, en çok duyacağınız sözler, çocukların özgür iradelerini bastırmaya yöneliktir.
Koşma, tırmanma, çamura basma, çok sallandın gibi uyarılar!
Oysa insan yavrusu, tıpkı hayvanlar aleminin diğer yavruları gibi hareket eden bir canlı türüdür.
Siz hiç bir atın, tayına "koşma" dediğini duydunuz mu?
Çocukların her hareketini sınırlandırmaya çalışmak, çocuk huzursuzlaşınca da azarlamadan dayağa varan bir cezalandırma programına tabi tutmak, bizim terbiye sistemimizin temelini oluşturur ve bunun da asıl amacı büyüdüğünde ulu emre itaat etmesini sağlamaktır.
Bunu içselleştirerek büyürüz ve sesimizi çıkarmadan, söylenenleri yapmaya odaklanırız.
Televizyondaki bir yarışma programında Çin Seddi’nin nerede olduğunu bilmeyen genç kadını hatırlarsınız.
Yanıtlar arasındaki "Çin" seçeneğini hemen elemişti çünkü Çin seçeneğinin oraya "yarışmacıyı yanıltmak amacıyla konduğunu" düşünmüştü.
Sonra da twitterden mesaj yayımlayarak üste çıkmaya çalışmıştı.
Her şey olabilen ama asla rezil olmayan insan tipolojisinin canlı bir örneğiydi.
Merak duygusu ile el ele gelişen kuşkuculuk yararlıdır.
İnsanın yeni şeyler öğrenmesine, sorgulamasına, soru sormasına, yanıt aramasına neden olur. Kısacası insanı geliştirici bir etki yapar.
Ama toplumsal psikoloji, paranoyaya yaklaştıkça bu kuşkuculuk, insanı geliştirmeye yaramaz.
Her şeyin altında bir katakulli aramak alışkanlığımızdan kaynaklanan bir "kuşku toplumuyuz" biz.
Birbirimize güvenmeyiz.
Birisi güzel sözlerle bize iltifat mı etti? Karşılık beklemeden bir iyilik mi yaptı? Arkasında mutlaka bir şey ararız: Düğün değil, bayram değil, eniştem beni niye öptü?
Bize yapılan bir iyiliğin altında mutlaka bir "çakallık" aramamız bundandır.
Allahtan uyanık bir toplumuz da kimse bizi kandıramıyor!
Profesör Dr. Selami Sargut, Kültürlerarası Farklılaşma ve Yönetim isimli kitabında Türkiye’de gerçek anlamda "anonim şirket" yapılarının oluşturulamadığına, adı "anonim" olan şirketlerin ezici çoğunluğunun gerçekte şahıs ya da aile şirketi olduğuna dikkat çekiyor.
Bunu Türkiye’nin bir "düşük güven toplumu" olmasına bağlıyor.
Düşük güven toplumu olduğumuz için üçüncü kuşağa devredilen ortaklık sayısı bir elin parmaklarını bile geçmiyor.
Aile şirketlerinde bile durum aynı.
Babalarının kurduğu işi ortak olarak yürütebilen kardeş sayısı zaten azdır, üçüncü kuşak kuzen / kuzin ortak ise neredeyse hiç yoktur.
Antropolog Ruth Benedict, Doğu Yeni Gine’nin güney sahilleri açığındaki kıraç volkanik adalarda yaşayan bir halkı incelemişti: Dobu halkı.
Adaların volkanik yapısı nedeniyle tarım gelişmemişti. Sert rüzgârlara açık deniz yüzünden balıkçılık da bir ekonomik aktivite olarak değer yaratamıyordu.
Benedict, Dobu halkının büyüye inanan, birbirini zehirlemeyi âdet haline getirmiş bir topluluk olduğunu görmüştü.
Dobular birbirlerine güvenmezler. Bu yüzden yasal kurumlar da gelişmemiştir.
Yetersiz ve dengesiz beslenme nedeniyle hastalıklar yaygındır ama halk, hastalıkların sebebinin "büyüler" olduğuna inanır.
Üstelik yaygın inanç, büyü yapanın en yakınınız olduğudur: Av arkadaşınız, karınız hatta çocuğunuz bile size büyü yapmış olabilir.
Eşlerin her birinin bir şeyler yetiştirmeye çalıştığı kendi tarhları vardır.
Bunların yanında gülmek yasaktır, çünkü bitkiler bunu bir lanetleme sayıp küsebilir.
Her türlü mutluluk saklanmalıdır, çünkü ortaya döküldüğü takdirde o kişi üzerine ötekilerin lanetini çekecektir. Bu yüzden kimse gülmez.
Bütün bu kin ve nefret, donuk bir memnuniyetsizliğin arkasına gizlenir.
Bu çok derinlere kök salmış bir kuşkuculuk doğurur.
Kısacası, mutsuz, lanet bir halktır Dobular.
Paranoya bütün toplumun ortak standardı halindedir, her tutum ve davranış bir komplonun habercisidir.
Size de tanıdık geldi mi?
"Türkün, Türk’ten başka dostu yok" sözünün aslının "Türkün, Türk’ten başka düşmana ihtiyacı yok" olduğunu düşünürüm.
Siyasi propagandasını toplumu en azından iki parçaya bölme ve parçalardan birinin hassasiyetlerini gıdıklayarak, diğer parçayı ötekileştirme üzerine kuranlar bunu gayet iyi bilirler.
Bu işe yaradığı daha önce defalarca ispatlanmış bir yöntemdir ve ancak tehlikesi de kendi içinde yatar.
Günün birinde "ötekiler" öyle bir güce ulaşabilirler ki ağzıyla kuş tutsa onları ikna edebilmesi mümkün olmaz.
Öte yandan bizde kamu yönetiminin ülkemize son derece faydalı olduğu bir alan da var, kimsenin hakkını yemek istemem; bu hakkı teslim etmeliyim.
Bu, ebeveynin kamu yönetiminde yükselişine bağlı olarak çocuklarda ortaya çıkan "girişimci zeka" olarak özetlenebilir.
Benzerine dünyanın çok az ülkesinde rastlanabilecek bu durum, çocukların kimsenin girişmeye cesaret edemeyeceği işlere atılarak, ciddi paralar kazanmalarıyla ortaya çıkar.
Bu giderek çocuklar arasında bir yarışa dönüşür ve bundan da Türk ekonomisi karlı çıkar.
Mesela gemi işletmeciliği mesleğinde, dünya çapında başarılara imza atmamızın temel nedeni budur.