Atasözünün böyle olmadığını biliyorum, hafızam ile ilgili endişeye kapılmanızı istemem, rahat olun, arkanıza yaslanın lütfen.
Merkez Bankası'nın son faiz indirimini yaptığı gün internet sitelerinde bir haber daha vardı.
Meğerse o gün başka ülkelerin merkez bankaları da faiz ile ilgili kararlarını açıklamışlar, içlerinde faiz indiren bir tek bizim Merkez Bankası olmuş.
İyi oldu, kötü oldu tartışmasına girecek değilim.
Bu konuda benden daha ehil çok sayıda ekonomist konuştu, herkes kendi dersini o konuşmalardan çıkarmıştır; bir de benim bilgiçlik taslamama gerek yok diye düşünüyorum.
Zaten memleket iktisatçıları içinde bir tanesi var ki geri kalanların ne dediğinin bir anlamı olmuyor, o ne derse, o oluyor.
Bu nedenle yaşayan en büyük iktisatçının ülkemizde hüküm sürdüğünü de söyleyebiliriz; bakış açısına bağlı olarak tabii.
Ancak bu durum memlekette sinirlerin gerilmesine de engel olmuyor tabii.
Robert Lee Frost ki toprağı bol olsun kendisi Amerikalı bir şairdir, vaktiyle şunu yazmıştı:
"Ormanın içinde iki yol vardı. Ve ben daha az çiğnenen yolu tercih ettim. Tüm değişikliği bu yarattı."
Bugün yaşamakta olduğumuz biraz da "az çiğnenen" yolda karşımıza çıkmış gibi görünüyor.
Kimimiz bunun olumlu sonuçlarını yaşıyoruz, kimimiz ise karşımıza çıkaracağı yeni faturaları dehşet içinde bekliyoruz.
Çünkü bir ekonomide, alınan kararlar herkesin aynı anda batmasına ya da çıkmasına yol açmaz.
Servet ve para el değiştirir; kaybeden ağlar, kazanan sevinir.
Sevinenlere diyecek sözüm yok.
Ancak Robert Lee Frost'un şu sözünü de kulağımıza küpe yapalım, hepimize iyi gelecektir.
"Hayatta öğrendiğim her şeyi üç kelime ile özetleyebilirim: Hayat devam ediyor."
"Tersine gitmek" deyince aklıma ilginç hikayeler de geliyor.
Mesela Heredot, zamanımızdan 25 yüzyıl önce (sizi yormayayım, MÖ 5. yüzyılda) Mısır'a gitmiş.
Ülkeyi gezerken çok şaşırdığını anlatıyor.
Mısırlılar, o günün dünyasında başka yerlerde yaşayan insanların tam tersi davranışlar gösteriyorlarmış.
Kadınlar ticaretle uğraşırken, erkekler evde oturup halı ya da kumaş dokuyorlarmış mesela.
Heredot'a göre daha da ilginci halı dokurken atkı atmaya başka ülkelerde yaşayan dokumacılar gibi üstten değil, aşağıdan başlıyorlarmış.
Kadınların ayakta, erkeklerin oturarak küçük çişlerini yapıyor olmalarına da ayrıca hayret etmiş.
Tabii bu terslikleri Mısırlıların pek işine yaramış gibi de görünmüyor.
O müthiş Antik Mısır medeniyetinin Roma karşısındaki aczinin ardından o bölgenin halkları gün yüzü görmedi desem yeridir.
Yedi bin yıllık bir medeniyetin mirasçısı olan bu ülkenin bağımsızlığını ancak 1922'de kazanmış olduğunu da hatırlatayım.
Öte yandan bazı şeyleri dünyanın tam tersine yapıyor olmanın mutlaka olumsuz sonuçlar doğurabileceğine ilişkin bir önyargıya da neden olmak istemem.
Toprağı bol olsun İngiliz profesör Basil Hall Chamberlain, Tokyo İmparatorluk Üniversitesi'nde uzun yıllar çalıştıktan sonra Things Japanese (Japon İşi) isimli bir kitap yazmış.
Bu kitabın ismini ilk öğrendiğimde aklıma çocukken tekrarladığımız bir tekerleme gelmişti: "Çin işi, Japon işi / Bunu yapan iki kişi / Biri erkek, biri dişi."
Chamberlein, Japon edebiyatında bir şiir türü olan Haiku'lar da yazmış.
Belki hatırlarsınız, bizim şair başbakanımız rahmetli Bülent Ecevit de bir dönem Haiku'lar yazmıştı.
Bu Ecevit'ten bir Haiku örneği:
"Bahar ne acayip ne acayip sorularinsanın başına yığmadabahar çiçekleri açmışsa hangi ellersular onları şimdiHiroşima'da"
Ben edebiyat eleştirmeni sayılmam ama Ecevit'in yazdığı Haiku'ların çok iyi olmadığını duymuşluğum var.
Lafı uzattım yine, Chamberlain'e döneyim; bu kitabını bir tür ansiklopedik sözlük gibi yazmış.
Bu sözlükteki maddelerden biri "Tersine Dünya" başlığını taşıyor. Nedenini şöyle açıklamış:
"Japonlar, birçok şeyi Avrupalıların doğal ve münasip bulduklarının tam tersi şekilde yapıyorlar; benim davranışlarım da Japonlara aykırı geliyor."
Bunlara örnek verirken Japonların sağdan sola doğru yazdıklarına dikkat çekiyor ki bildiğiniz gibi Arapça da aynı şekilde yazılıyor.
Mektup zarfının üzerinin yazılışı Avrupalılardan farklı: Önce şehir ismi yazılıyor. Sonra sokak ve kapı numarası. En son olarak da alıcının adı, soyadı.
Japon testeresi iterek değil, çekerek çalışır. Geleneksel testere bizde de önce ileriye doğru itilir, sonra geri çekilir. Japon marangozlar bunu ters yapıyorlar önce geri çekiyorlar, sonra itiyorlar.
Planyanın kullanılışı da bizimkinin tam tersi. Japon marangozlar planyayı önce kendilerine doğru çekiyorlar, bizimkiler gibi itmiyorlar.
Japon çömlekçiler aleti sol ayaklarıyla saat yönünde döndürüyorlar. Avrupalı ya da Çinli çömlekçiler aleti sağ ayaklarıyla saat yönünün tersine döndürüyor.
Japonlar bu özellikleriyle Asya'dan da ayrılıyorlar.
Sınır çizgisi, bir anlamda Japon Denizi'nden (Korelilere göre Kore Denizi ya da Doğu Denizi) geçiyor.
Japon terziler iğneyi ipliğe geçirmezler. Biz iğneyi sabit tutup, ipliği deliğinden geçiririz, Japonlar ipliği sabit tutup, iğneyi hareket ettirerek aynı işi yaparlar.
Bizim terziler iğneyi, kumaşa saplarlar, Japon terziler kumaşı iğneye bastırırlar.
Biz kızartacağımız şeyleri yağın içine atarız, onlar yağın içinden "çıkarırlar".
Claude Levi – Strauss şöyle yazıyor:
"Japon düşüncesi özneyi bizim gibi bir neden haline getirmek yerine, onu daha ziyade bir sonuç olarak görür. Batı'daki özne düşüncesi merkezkaçtır; merkezcil olan Japon düşüncesi ise özneyi yolun sonuna koyar. Zihinsel tavırlar arasındaki bu farklılık, alet kullanımındaki zıt biçimlerde kendini gösteren farklılığın aynısıdır. Zanaatkarın daima kendine doğru ifade ettiği hareketler gibi, Japon toplumu da benlik bilincini bir varış noktası haline getirir. Gitgide daralan toplumsal ve mesleki grupların iç içe geçmesinin sonucudur. Batılı bireyin özerklik yargısına, Japonya "uçi" kelimesiyle ifade edilen, bireyin sürekli olarak kendini ait olduğu grup ya da gruplara göre tanımlama ihtiyacıyla karşılık verir; "uçi" ev anlamına geldiği gibi, evde de "en iç oda" anlamına gelir." (Claude Levi – Strauss. Hepimiz Yamyamız. Çeviren: Haldun Bayrı. Metis Yayınları.)
Levi – Strauss, Japonların 19 ve 20'nci yüzyıl boyunca gelen felaketlere rağmen yeniden ayağa kalkabilmiş olmalarını bu "dışsal katılığa" bağlıyor.
"Tek karar verici büyük iktisatçının" ülkeyi dev bir "iktisat laboratuvarına" çevirmesi sırasında ortaya çıkan "Çin modeli mi olsun, Kore gibi mi ilerleyelim" tartışmalarını izlerken bu eski kitapta okuduğum Japonya hikayesini hatırladım.
Aslına bakarsanız, benzeri bir hikayemiz bizim de vardı.
Burjuvazisi, girişimcisi olmayan, sermaye birikimi eksiye düşmüş ve çok uzun bir savaştan (1912 Balkan Savaşı ile başlayıp, 1922'de İzmir'in kurtarılmasıyla son bulan) çıkmış, neredeyse tamamen yıkılmış bir ülkenin kendine özgü hikayesi.
İlle de bir "Türk Ekonomi Modeli" aranıyorsa, o günleri de hatırlamakta yarar var.
Mehmet Y. Yılmaz'ın bu yazısı, Oksijen gazetesinden alındı.