Şimdi bu güzel hafta sonunda oturup bu yazıyı okuduğunuza göre Sevgililer Günü'nü kazasız belasız atlatmış olmalısınız.
Bu konuda sorumluluk hissediyorum, iyi olmanıza sevindim.
Neden böyle hissettiğimi birazdan anlatacağım ama önce izninizle bir "hatıram" var.
Yıllar önce, Çınar daha Washington'da üniversitedeyken bir 14 Şubat günü oradaydım.
Hangi akla hizmet, insanın içine işleyen o soğuk şubat günü oradaydım, hatırlamıyorum.
Aslına bakarsanız o iklimdeki bir bölgede bir kent inşa etmek nasıl bir akla karşılık geliyor, hiçbir zaman da anlamamışımdır.
Kışın gider donarsın, yazın gider pişersin.
Aziz Valentin'e adanmış Sevgililer Günü'nde minik kırmızı kalpler ve kırmızı gül goncalarıyla süslenmiş bir kafede otururken karıştırdığım The Washington Post'un "Dünya" haberlerine ayrılmış sayfasında şöyle bir başlık vardı: Aziz Valentine gününü kutlayan tek Müslüman ülke: Türkiye.
Haber Türkiye'deki Sevgililer Günü kutlamalarını anlatıyordu. Gül fiyatlarındaki astronomik yükselişler, boş masası kalmayan lokantalar ve barlarla ilgili bir haberdi.
O haberi okurken göle atılan bir taşın yarattığı ilk küçük dalganın nasıl büyüyüp bütün bir toplumu etkisi altına aldığını da gördüm.
12 Eylül sonrasının en çarpıcı basın olayı Erkekçe isimli bir derginin yayımlanmasıydı.
Hıncal Uluç Genel Yayın Yönetmeni, ben Genel Yayın Yönetmeni Yardımcısı, Ali Kocatepe de Yazıişleri Müdürü'ydü. Görsel Yönetmen de Mustafa Eren.
Babıali'nin başlangıçta çıplak kadın dergisi olarak görüp küçümsediği dergi, kısa sürede yüz bini geçen bir tiraja ulaşmış, bunu da bastığı çıplak fotoğraflardan çok yayımladığı cesur röportajlar ve araştırmalarla başarmıştı.
Gerçi o zaman Erkekçe'de yayımlanan türden "çıplaklık", bugün gazetelerin internet sitelerindeki galerilerin yanında Diyanet İşleri'nin Sesi Gazetesi sayılırdı.
12 Eylül sansürünü hâlâ üzerinde hisseden gazetelerin girmeye cesaret edemediği konular Ahmet Kahraman ve Avni Özgürel'in usta röportajcılığı sayesinde Erkekçe'de kendine yer bulur, Kurthan Fişek Hoca'nın benzersiz üslubuyla "rewrite" ettiği haberler ilgiyle okunurdu. Turgut Özal'ın askeri yönetim ile arasının açılmasından sonra ilk röportajını Erkekçe ile yapmayı tercih ettiğini söylersem sanırım o günleri hatırlamayan genç okuyucular daha iyi bir fikir sahibi olabilirler.
Hıncal Ağabey o tarihte Holly ile evliydi. 14 Şubat'ın Sevgililer Günü olduğunu da zaten Holly'nin akla gelebilecek bütün özel günler için yaptığı özel kutlamalardan öğrenmiştik.
14 Şubat'ı Sevgililer Günü olarak kutlayan ilk Erkekçe, 1982 yılının Şubat ayında yayımlandı. Aziz Valentine'i ve bu özel günün neden bütün dünyada kutlandığını anlatan bir yazı yazmıştı Hıncal Ağabey. Dergi ile her ay verilen kartpostal irisi aylık takvim yaprağında da 14 Şubat günü kırmızı küçük bir kalp içine alınmıştı.
O günden sonra her 14 Şubat'ta Erkekçe aynı yayını tekrarladı. Birçok ünlü gazetecinin bu çabaya burun kıvırıp, küçümsediğini hatırlıyorum.
Daha sonra Dinç Bilgin'in sahibi olduğu Dönemli Yayıncılık'ta, Kapris Dergisi'ni yönetirken derginin kış aylarında azalan reklam gelirlerini arttırmak için Sevgililer Günü'nü yeniden gündeme getirdim. Artık Erkekçe bu konuda yalnız değildi.
Âşıkları birbirlerine sevgilerini tekrar söylemeleri için davet eden afişler bastırdık ve o tarihte Osmanbey ve Şişli'de yoğunlaşmış konfeksiyon mağazalarında da rica minnet astırdık.
Mağaza sahipleri bunun ileride kendilerine nasıl bir alışveriş olarak dönebileceğinin farkında bile değildi.
Üzerinde öpüşen bir çift ve kırmızı bir gül olan ve tasarım açısından bugün "Bunu nasıl yapabildim" diye utanabileceğim bu afişler, gazete–dergi okumaktan pek hoşlanmayan kişilere de bu özel günün varlığını duyurmaya yardım etti.
Bugün dönüp geriye doğru bakıyorum da iyi bir iş başarmışız. İnsanların birbirlerine sevdiklerini söylemeleri için özel bir neden aramalarına gerek olmadığını biliyorum.
Ama bu özel günün, nasıl önemli bir şeye karşılık geldiğinin de farkındayım.
Ardipitettehus Ramidius'u adını duymuş olsanız da tanımazsınız.
Günümüzden 4 milyon 400 bin yıl önce yaşamış, bir atamız.
Hazreti Âdem ile akrabalık derecesini bilmiyoruz, o tarihlerde nüfus kayıtları tutulmuyordu.
Bizden hayli yaşlı olsa da samimiyet gösterisi olarak kendisinden bundan sonra Ardi Amca olarak söz edeceğim.
Ardi Amca, iki ayağı üzerinde dik olarak yürüyebiliyordu, ne bulursa onunla besleniyordu: Değişik bitkiler, meyveler ve et.
Biyolojik antropolog Dr. Helen Fisher, Ardi Amca'nın fosilinin çene ve diş yapısına bakarak insanoğlunun bir kişiye âşık olma durumunun o tarihte çoktan başlamış olduğunu söylüyor.
4 milyon 400 bin yıl önce!
Fisher'in iddiasına göre aşk, temel bir çiftleşme güdüsü.
Ama seks güdüsünden de farklı.
"Seks güdüsü sizi, dışarıya partner aramaya çıkartır. Romantik aşk ise çiftleşme enerjinizi yoğunlaştırmanızı sağlar, süreci başlatır" diye anlatıyor.
"Aşk, dünya üzerindeki en güçlü beyin sistemlerinden biridir" diyor. Dr. Fisher, hayvanlar üzerine yapılmış araştırmalardan da söz ediyor.
İnsanların âşık oldukları vakit beyinlerinde meydana gelen kimyasal reaksiyonların, hayvanlarda da benzer şekilde gerçekleştiğinin saptandığını söylüyor ve buradan çıkarak aşkın insanlık tarihinden bile eski olduğu sonucuna varıyor.
Diyanet İşleri Başkanı'nı çıldırtmadan nasıl ifade edebilirim bilemiyorum ama "bugünkü insanın atası" diye tanımlanan canlılar ortaya çıkmadan önce de başka canlılar vardı ve onlar da bir beyne sahiptiler.
Öyle ya da böyle, sonuç olarak bir beyinleri vardı.
Ve aşkın, beyinde bazı kimyasalların salgılanmasında etkin olduğunu da artık biliyoruz.
Nitekim, prehistoryacı Jean Courtin'in, Fisher'in iddiasına katılmıyor olmasının nedeni de bu.
Courtin, Fisher'in aşk diye tanımladığı şeyin "içgüdü" olduğunu söylüyor.
"Bir varlığı, bir başkasının niteliklerini değerlendirmeye, kendine bir eş seçmeye, onunla zaman geçirmeye karar vermeye iten, gerçekten derin bir duyguya rastlamak için beynin gelişmesini beklemek zorundayız" diye anlatıyor.
Homo sapiens öncesi "insansıların" ölülerine özen göstermediklerine, bulunan fosillerin, başka hayvan fosilleriyle bir arada olduğuna dikkat çekiyor.
"Ölülerine ilk özen gösteren homo sapiens idi bu da benzerlerine bağlılık duyduğunu inkâr edilemez bir biçimde ortaya koyuyor. Benim inancım, aşk denen duygunun, ölülere önem verilmesiyle, estetik ve süsleme duygusuyla el ele gittiğidir" diyor.
Bu durumda aşkın kaba bir yaşını çıkarmak da mümkün olabiliyor tabii.
Afrika ve Yakın Doğu'da 100 bin yıl, Avrupa kıtasında ise 35 bin yıl önce!
Belki dikkatinizi çekmiştir, geçenlerde bulunan yeni fosiller, neanderthaller ile homo sapienslerin, tarihin aynı döneminde bir arada yaşamış olduklarını da ortaya koydu.
Böylece iki şey öğrenmiş olduk:
1- Homo sapiens, dünyada bir başına kalmak için kendine benzeyen diğer türleri öldürerek yok eden bir canavar değildi.
2- Günümüzde de aramızda dolaşan bazı insansıların varlığına da böylece bir açıklama getirilmiş bulunuyor: Neanderthaller ile hala birlikte yaşıyoruz!
Bu ikincisini antropologlardan duymadım, okumadım. Şahsımın bilim tarihine bir katkısı olsun diye yazdım.
Bu kişisel gözlemlerimle ulaştığım bir sonuç ve gazetelerin üçüncü sayfalarında, trafikte, minik dostlarımız sokak köpekleri ve kedileri ile giriştikleri savaştaki tutumlarında, ortak apartman yaşamında örneklerini sıkça görebiliyoruz.
Farklı sonuçlara varan Dr. Fisher ile Courtin'in çıkış noktaları aynı: Aşk, beynimizle ilgili bir durum.
Bu nedenle benim de aklıma hep aynı şey takılıyor: Neden "aşk" denince gözümüzün önünde kırmızı küçük kalpçikler uçuşuyor?
14 Şubat'a doğru takvim yaprakları birer birer düşerken küçük kırmızı kalplerin saldırısı altında kalmamız, bu nedenle beyine karşı yapılmış haksızlık mı sayılmalı?
Sevgililer Günü'nde yer gök neden kırmızı kalplerle donatılıyor da beyin ihmal ediliyor? Herhalde bunun sebebi insanın âşık olunca kalbinin hızla çarpması, nabzının yükselmesi filan olmalı.
Âşık olduğumuzda kalp kendi varlığını hissettirmek için o kadar çabalıyor, deyim yerindeyse o kadar "reklam" yapıyor ki âşık olmamızı sağlayan esas organın önüne geçiyor.
Sesi yüksek çıkan bir kez daha olayın hakimiymiş gibi davranabiliyor.
Biz Türklerin hiç yabancısı olmadığımız bir durum!
Elbette konunun ticari yönü de önemli.
Bir an için kalbin gürültüsüne pabuç bırakmadığımızı ve beynimizin asıl aşk organımız olduğunu herkesin tartışmasız kabul ettiğini düşünün.
Sevgililer gününde üzerimize boca edilecek milyonlarca gri renkli küçük beyin çizimleri gözünüzün önüne geliyor mu?
Yok, küçük kırmızı kalpler daha iyi, hiç olmazsa insanın içine neşe veriyor.
Nasıl bir homo sapiens, küçük gri bir beyin görünce koşturup sevgilisine bir çiçek almak ister ki?
Şahsım olarak ben almam mesela.
Bunun bendeki çağrışımı "beyin salata" olur ki o da tek başına gitmez, ortama buğulu bir anason kokusunun yayılması kaçınılmaz olur.
Beyin salatanın mütemmim cüzü masaya gelince de yalnız oturmak olmaz, bir iki telefon derken masa büyür.
Âşık olduğunu da ince saz çalarken hissedersin.
Muallim İsmail Hakkı Bey'in acemkürdi şarkısını da tek geçerim.
Aşkın beyin ve kalple aynı anda olan ilişkisini ondan daha iyi kim anlatabilirdi ki?
"Fikrimin ince gülü, kalbimin şen bülbülü / O gün ki gördüm seni, yaktın ah yaktın beni!"
Mehmet Y. Yılmaz'ın bu yazısı, Oksijen gazetesinden alındı.