Bu hafta Hollywood'dan bildiriyorum: Jennifer Lopez ile Ben Affleck, geçtiğimiz hafta bir kez daha nişanlandı.
Nişana beni davet etmemişlerdi, kırılmadım tabii. Aslında iyi de oldu, oralara kadar gidip çeyrek takmak olmazdı zaten!
Ama düğüne çağırırlarsa altınımı alıp gideceğim tabii, belki "elaj mori momice, nakas naja liljance" diye piste fırlar, bizim Rumeli usulü bir damat halayı bile çekerim!
Bu ikinci nişanları. Kız 52 yaşında, oğlan 49 yaşında, hâlâ nişan – düğün peşindeler; bu da bir başka garabet!
İlk nişanlandıklarında, siz de hatırlar mısınız bilmem, bundan 20 yıl önceydi, oğlan kıza tam 2.5 milyon dolarlık bir tek taş takmıştı.
O zamanlar yönettiğim Milliyet gazetesine bu haberi koyan editörü az kalsın işten atacaktım; kızların aklına kötü kötü fikirler sokacak, memleket evlatları bir yüzük peşinde sefil olacaklar diye!
Evlenmelerine iki gün kala ki 2003 yılının eylül ayıydı, düğünü ertelediler, kısa süre sonra da ayrıldılar.
Oysa hepimizi çok tutkulu bir aşk yaşadıklarına ikna etmişlerdi.
Lafı uzatmayacağım, geçenlerde aynı filmi bu kez tersinden izledik.
Ben Bey kardeşimiz Ana De Armas'dan ayrıldı; Deep Water'ı Amazon Prime'da daha yeni seyretmiştim, duyduğuma inanamadım!
Demek ki aşkın gözü gerçekten de körmüş diye düşündüm.
Jennifer Hanım kardeşim de topçu kocayı attı ve bir kez daha karşımıza "Bennifer" olarak çıktılar.
Ben ile Jennifer'in isimlerinden yapılmış bir kısaltma bu, ikilinin ölümsüz aşkını anlatmak üzere Amerikan magazin medyası tarafından icat edilmişti.
Gördüğünüz gibi bazı aşklar bitmiyor, bitirmek istesen de bitmiyor!
"Meksikalı" filminde Samantha rolündeki Julia Roberts, "bir dargın, bir barışık" sevgilisi Jerry'ye (Brad Pitt) otomobilde giderlerken şunu sormuştu:
"Birbirini gerçekten seven ama bir türlü tam olarak anlaşamayan sevgililer ne zaman ayrılırlar?"
Jerry'nin yanıtını hep çok sevmişimdir: "Hiçbir zaman!"
Bennifer'in başına gelen de bu olsa gerek.
Düğüne iki gün kala ayrıl, arada başkalarıyla sevgili ol, hatta evlen, 20 yıl sonra tekrar birbirine koş!
Bunu hep merak etmişimdir, bu nasıl oluyor?
Nasıl bir katalizör, elle tutulamayan ve gözle görülemeyeni, unutulmuş sanılanı ortaya yeniden çıkarabiliyor?
Aslında nasıl olduğunu biliyorum da kimyasalları filan anlatmam zor olabilir.
Esen rüzgarla kulağına çalınan bir şarkı, daha önce birlikte içtiğin bir şarabın kokusu, sokakta gördüğün bir kadının saçlarının sabah esintisiyle hafifçe uçuşması…
Onu ilk gördüğünde üzerindeki elbisenin bir benzerini sokakta bir başka kadının üzerinde görmek.
Yürüyen merdivende metroya inerken, çıkan merdivende tesadüfen göz göze geldiğin kadın.
Kısacası herhangi bir şey ya da her şey!
İlişki şu ya da bu nedenle bitmiş olsa bile derinlerde bir şeyler kalır ve beklenmeyen bir anda kabarıp taşıverir.
Elizabeth Taylor – Richard Burton aşkı da böyle.
Çevrenize bakarsanız, isimlerini pek kimselerin bilemeyeceği böyle daha nice âşık olduğunu da görürsünüz, buna eminim.
Aslında birbirlerine deli gibi aşıklardır ama aynı çatı altında uzun süre birlikte olamayacak kadar da kendilerine göre yaşamak peşindedirler.
Onun için aşka ömür biçenlere, süre verenlere takmayın kafayı.
Bazen öyle aşklar yaşanır ki bu bitmez, bitirmek istesen de bitirmek istese de!
İki özgür ruh gerekir bunun için, öncelikle!
Kendi varlığı konusunda ayak direyen, çekimine kapıldığı insanın ruhunun içinde eriyip yok olmayı reddeden iki kişi!
Böyle bir ilişkide her zaman söylenecek bir söz, verilecek bir öpücük vardır.
Ve o son söz söylenmeden, son öpücük verilmeden de aşk bitmez, bitirilemez.
Elizabeth Taylor, "Richard Burton ile geçirdiğim zamanın bir dakikasından bile vazgeçemem. Biz birer mıknatıs gibiydik, hem karşı konulmaz bir biçimde birbirimize doğru çekilen hem de birbirimizi aynı güçle uzaklaştıran" demişti.
Richard Burton da Liz'den ikinci kez boşandıktan sonra gazetecilere "Aşkımız o kadar öfkeli ki birbirimizi yakıyoruz" diye konuşmuştu.
Bizim kuşağın gençlik yılları bu iki yıldızın fırtınalı aşklarına tanıklık ederek geçti.
Kaç defa birleşip, kaç defa ayrıldılar bilemiyorum ama sanıyorum ikisinin aşklarını ‘ölümsüz' diye nitelemekte de bir sakınca yok.
Gazeteler Liz Taylor'dan "menekşe gözlü yıldız" diye söz ederlerdi. O yıllarda böyle isimlendirmeler modaydı sanırım.
Afro Amerikan şarkıcılardan filan "çikolata renkli şarkıcı" diye söz etmek de yadırganacak bir durum sayılmazdı, şimdi denemeyin ama.
Menekşe Gözlü Yıldız'ın dünyanın en çok fotoğrafı çekilen elmas koleksiyonu da bu, yılların eskitemediği aşkın bir sonucuydu.
Gençlik yıllarında birisi dünyanın en güzel kadını, öteki dünyanın en yakışıklı erkeğiydi.
Her ikisinin kapısında da kendilerini sevmeye hazır neredeyse birer ordu bekliyordu.
Bu yüzden her ayrılıklarının ardından ‘çivi çiviyi söker' düşüncesiyle yeni ilişkilere kolayca geçebildiler ama her defasında birbirlerine döndüler, karşı konulmaz biçimde birbirlerine doğru çekildiler.
Richard Burton, Elizabeth Taylor'ı 1953'te ilk gördüğü anı "o kadar güzeldi ki, içimden kahkahalarla gülmek geldi" diye anlatmıştı.
Liz, o sırada 21 yaşındaymış ve bu karşılaşmayı hiç hatırlamadığını söylemişti.
1962'de ilk kez aynı seti paylaşacakları Kleopatra'nın çekimleri öncesinde Liz kendi kendisine söz vermişti: "Bu ayyaş Galli'nin çekimine kendimi kaptırmayacağım!"
Eddie Fisher ile evliydi ama uçak kazasında kaybettiği büyük aşkı Mike Todd'u hâlâ unutamamıştı.
O yıllarda Richard Burton, kelimenin tam anlamıyla bir womanizer idi.
Haftada en az üç ayrı kadınla yattığı, Hollywood'un en büyük seks bağımlısı olduğu söyleniyordu.
1947-1975 yılları arasında 2 bin 500 kadınla yattığı iddia edilir ki bu bizim rahmetli Zeki Müren'in "5 bin kadınla yattım" iddiası gibi değildir. Bazı varsayımlarla hareket edilen ciddi bir hesaplamaya dayanır.
Çekimin ilk gününde Burton sete inanılmaz derecede sarhoş gelmişti. Soyunma odasına kapanmış, bir fincan kahve söylemiş, kendine gelmeye çalışıyordu.
Saatlerdir beklemekten sıkılan Taylor, hiddetle Burton'un odasına girdi.
Karşısında elleri tir tir titreyen, kahve içmek için ağzının yolunu bile bulamayan bir adam duruyordu.
Önünde eğildi, fincanı alıp bir bebeği besler gibi yavaşça dudaklarına götürdü.
Burton, bir bebek gibi, menekşe gözleri alevler saçan bu şahane kadının kollarına yığılıp, kaldı.
Taylor'un ön yargıları sarsılıyordu. Bu ayyaş hovardanın içinden bir oğlan çocuğu çıkmıştı.
İddialara göre ilk kez Kleopatra setindeki o soyunma odasında seviştiler. Ve o andan sonra hiçbir şey aynı olmadı.
İkisi de evliyken başlayan yasak aşk, Hollywood tarihinin en ateşli ilişkisine dönüştü.
Aralarındaki çekim adım attıkları her yeri yakacak kadar dikkat çekiciydi.
Taylor, "Scrabble oynarken bile tahrik oluyorsanız, işte bu aşktır" diyordu.
Burton ise "O benim sonsuz tek gecelik aşkım."
O ilk günden sonra ayrıldılar, barıştılar, ayrıldılar, başkalarıyla evlendiler, boşandılar, ayrıldılar ama aşkları hiç bitmedi.
2 Ağustos 1984 günü Burton, hayatının aşkına son mektubunu yazdı, 59 yaşındaydı.
Bu mektup, Elizabeth Taylor'ın eline 7 Ağustos'ta, Burton'ın beyin kanaması nedeniyle ölümünden iki gün sonra ulaştı.
Mektubu titreyen elleriyle, hıçkırarak okudu ve 23 Mart 2011'de öldüğü güne kadar sakladı.
Hayatının aşkı son mektubunda "Eve dönmek istiyorum" diyordu.
Şimdi söyleyin bakalım, aşk zamana dayanabiliyor muymuş, dayanamıyor muymuş?
Yaygın inanış aşkın bir gün gelip biteceğini kabul ediyor.
Hatta aşkın insan kimyasının bir sonucu olduğuna inananlar, telaffuz edilmesi zor bazı hormon isimleri de vererek, bunların nasıl salgılandığını ve belirli bir süre sonunda bu salgının nasıl etkisini yitirip, aşkı öldürdüğünü neredeyse matematiksel kesinlikte ifade edebiliyorlar.
İnsan davranışlarına hâkim olan böyle kesin kurallara pabuç bırakmam.
İnsanoğlu bir kimya fabrikası kadar karmaşık kimyasal sisteme sahip ama sonuç olarak kimya fabrikası da değil.
Eğer bu yaklaşım doğru olsaydı dünyanın her yerinde, her koşulda, her tür insanın aşk öyküsü birbirinin aynı olurdu.
Böyle olmadığını biliyoruz.
Ancak bir türlü açıklayamadığımız şey bazı insanların nasıl olup da neredeyse ölümsüz bir aşkla birbirlerini sevebilmeyi başardıkları.
Alışkanlıklardan, zaman içinde hiç ayrılamayacak iki dost haline gelmekten söz etmiyorum. Tıpkı Liz ve Burton'unki gibi yaşanan onca fırtınaya rağmen ölmeyen, zamana direnen aşklardan söz ediyorum.
Acaba diyorum, bu aşkları ölümsüz yapan şey içindeki fırtınanın varlığını korumayı başarabilmesi mi? Birbirini seven iki insanın zaman içinde birbirlerinin içinde eridiğini biliyoruz.
Aşk ilişkisi, ayrı ayrı kişilikleri sanki bir potada eritiyor ve insan kişiliğini yeni bir potaya döküyor.
Adeta iki kişilikten, yepyeni bir tek kişilik çıkıyor.
Nitekim eski dostumuz Gasset de "Sevgi eyleminde iki kişi kendilerinin dışına çıkarlar. Belki de doğanın insana, kendi dışına çıkıp başka bir nesneye yönelme olanağı tanıdığı en yüce etkinliktir" diyor. Sanıyorum işin sırrı "fırtınayı" korumayı başarabilmekte.
Bunun için de çok güçlü iki kişilik gerekli.
Aynı potada erimeyi kabul etmeyen, birbirine benzemeye direnen iki güçlü kişilik.
Tıpkı Liz'in sözünü ettiği mıknatıs gibi.
Kendimizi ruhsal bir hareketlilik içinde bulmamız birbirine zıt iki insani duygunun sonucu: Sevginin ve nefretin.
Sevgi bizi karşımızdakine doğru çeken bir güç yaratırken, nefret ondan itiyor, uzaklaştırmaya çalışıyor.
Demek ki bitmeyecek bir duygu fırtınası için bu ikisinin bir arada var olması şart.
"Büyük aşklar, nefretlerden doğar" derler.
Bence çok yanlış.
Büyük aşk için nefreti de korumak gerekiyor. Garip gibi görünüyor ama galiba gerçek bu!
Mehmet Y. Yılmaz'ın bu yazısı, Oksijen gazetesinden alındı.