Savaş Özbey, Hürriyet'te Gülben Ergen'e soruyor:
"Hangisi daha kötü? Kimselere aşık olmamak mı, her aşkınızın kötü bitmesi mi?"
Gülben'in verdiği yanıtı tam olarak anladığımı söyleyemeyeceğim ama "annesinin yaşına geldiğinde aşksızlığı seçeceğini" söylediğinden yola çıkarak, aşık olmamayı daha kötü bulduğunu düşünebiliriz sanırım.
Bunu Savaş değil de Nietzsche sorsaydı, soruyu şöyle formüle edecekti:
"Keyif ile keyifsizliğin birbirinden asla ayrılmaz şeyler olduğunu düşünelim, öyle ki insan birinin ne kadarına sahip olmak isterse ötekinin de ancak o kadarına sahip olacak. Seçim sizin: (1) Mümkün olduğu kadar az keyifsizlik, kısacası acısız bir yaşam mı? (2) Yoksa o ana kadar hiç tadılmamış zevkleri tatmanın, keyifleri yaşamanın bedelini ödemeyi göze alarak mümkün olduğu kadar çok keyifsizlik mi? Eğer ilk seçeneği yeğler ve acılarınızı azaltmayı, hatta yok etmeyi isterseniz, o zaman zevk alma kapasiteniz de azalacak, hatta yok olacak."
Elbette bu yazıyı okumakta olan bazı okuyucuları şahsen tanıyor olabilirim ama ezici çoğunluğunuzu tanıyor olabilmeme imkan yok.
Ancak yine de bu soruya verebileceğiniz yanıtı (elbette çoğunluk oluşturacak yanıtı) tahmin edebilirim.
Çünkü bildiğim filozofların çoğu, insanın, tıpkı diğer canlılar gibi zevk peşinde koştuğunu, acıdan kaçtığını yazıp, çizdiler.
Elbette her birinin çıkış ve varış noktası farklıydı, ayrıntılarda birbirlerinden ayrıldıkları meseleler de vardı ama özeti budur: İnsan acıdan kaçar!
Bertrand Russel, insanın ilkel dürtüsünün zevk peşinde koşmaktan daha çok acıdan kaçınma yönünde olduğunu düşünmüştü.
Ona göre bu "bir çekiş değil itiş" olarak tanımlanmalıydı.
Acı olasılığının varlığının, bizleri o eylemden uzaklaştırdığına dikkat çekiyordu.
Bu durumda hayatında bir kez aşk acısı çekmiş bir insanın, bir kez daha aşık olmak istemeyeceğini varsayabilir miyiz?
Her zaman söylemişimdir, antik Ege tanrıları olmasaydı, hayatımız çok daha düzenli ve huzurlu geçiyor olabilirdi.
Ama olamadı işte.
Ege'nin güneşi, zeytinyağı, incir, üzüm ve onların fermente olmuş halleri bir araya geldiğinde ne olmasını beklememiz gerekiyorduysa o oldu.
Atinalı Socrates ile bilge rahibe Diotima, Eros'un (aşkın) bir Tanrı olup olmadığını tartışırlarken Diotima, aşkın (Eros'un) bir Tanrı değil, bir "iblis" olduğunu ileri sürmüştü.
Bunu yaparken de aşkın nasıl doğduğu ile ilgili eski miti hatırlatmıştı.
Olimpos'un tanrıları, fırsat buldukları her anda bir şölen yapmayı severlerdi, bunu biliyorsunuz.
Nitekim bu kez şölen için bahane Afrodit'in doğum günüydü.
Kurnazlık Tanrıçası Metis'in oğlu, Bereket Tanrısı Poros da davetlilerden biriydi.
Yenilir, içilirken böyle toplantıları kendisi için bir fırsata çevirerek dilencilik yapan Yoksulluk Tanrıçası Penia da etrafta geziniyordu.
Poros, içtiği nektarın etkisiyle iyice kafayı bulmuş, Zeus'un bahçesinde ağır bir uykuya dalmıştı.
Penia, yakışıklı, güçlü kuvvetli Poros'u uyurken görünce içinden yükselen isteği bastıramadı ve ondan bir çocuk sahibi olmaya karar verdi.
Poros'un sarhoşluğundan istifade ederek onunla yattı ve Eros'a hamile kaldı.
Diotima'ya göre aşkın niteliği ve yazgısı onun soyundan kaynaklanıyor.
Bereket ve Yoksulluğun oğlu olarak dünyaya gelmiştir.
İyiye ve güzele karşı sürekli kumpas kuran bir yoksul olmakla birlikte girişken ve güçlüdür de.
İki tanrının oğlu olduğu için ne ölümlü, ne ölümsüzdür. Bolluk içindeyken canlı ve gösterişli, bolluk içinde değilse ölüdür.
Rahmetli Ankaralı Namık'ın "Hovarda" şarkısında "para bitti, aşk bitti, kızlar evine gitti / hiç bekleme gelmezler, bu film burada bitti" diye vurguladığı durum yani!
Hayır, Şeyma konusuna burada girmeyeceğim.
Edebiyat ve felsefe dünyasının üzerinde fikir birliğine vardığı az sayıdaki konudan biri de Stendhal'in "Aşk Üzerine" isimli kitabının, aşkın doğasını ve kökenini anlayabilmemiz için bugüne kadar yazılmış en iyi eser olduğudur.
Stendhal, aşkın temelden yanlış bir duygu olduğunu düşünür, rahibe Diotama gibi.
İmgelemimiz, başka birisine aslında onda bulunmayan üstünlükleri yansıttığında aşık oluruz.
Bir gün gelir bu düş dünyası yok olur ve aşk da ölür.
Stendhal mutsuz bir aşıktı.
Alain de Botton da "Stendhal mutlu bir aşık olsaydı, Aşk Üzerine isimli kitabını asla yazamazdı" diye yazmıştı.
Ona katılıyorum.
Stendhal, bu eserini yazarken her satırında ağlamak için yazmaya ara vermek ihtiyacı duyduğunu söylüyor çünkü.
Aşk filmlerini izlerken aklıma hep Stendhal gelir, sebebi de budur.
Filmin iki kahramanı, filmin hemen başında kavuşacak olsalar film, "aşk filmi olarak" orada biter.
Ondan sonrası yönetmenin ve senaristin tıynetine kalmış: İsteyen komedi filmi çeker, isteyen dram. Polisiye bir öyküye de zemin olur, bir savaş filmine de.
Filmleri bir aşk filmi haline getiren şey, sevenlerin filmin sonuna kadar birbirlerine kavuşamamalarıdır.
Filmin sonunda kavuşurlar, kavuşmazlar orası ayrı bir konu.
Yönetmenin ve senaristin biz izleyicileri ne kadar ağlatmak istediği ile ilgili bir durum.
Eski Türk filmleri de bu amaçla çekilirdi, bilmem bilir misiniz?
Sinema salonlarının sahipleri (eskiden bugünkü gibi tekeller yoktu, film endüstrisinin en önemli paydaşlarından biri de salon sahipleriydi) "ağlatmazsa para yok" türü filmlerin daha çok iş yaptığını herkesten daha iyi biliyorlardı çünkü.
İnsan yaşamında aşkın rolü de budur sanıyorum.
Sıradanlaşmış, sıkıcı bir yaşamı sonu merakla beklenen bir filme çevirir aşk.
Yeni bir yaşam enerjisi, güven duygusu ve yaşamak konusunda ayak direme isteği yaratır.
Ama filmlerdekinin aksine, gerçek yaşamda kavuşmak için günler, aylar beklemek doğrusunu isterseniz çekilmez bir durumdur.
Onu çekilir kılan, çalan her telefonda, köşeden dönen her karaltıda sizi avuçları içine alacak bir heyecandır!
O heyecanın olmadığı bir yaşam, gerçekten kuru ve sönük bir yaşam sayılmalıdır!
Yine yeri geldi, Taşlıcalı Yahya Bey'in beyti ile bitireceğim.
"Sabretmeyen belalarına aşkın anmasın.
Nuş etmesin şarabı kaçanlar humardan." (Bugünkü dille: Belalarına katlanamayacak olanlar aşkın adını anmasın./ Sonunda baş ağrısı var diyenler, şarabı hiç içmesin.)
Aşk, insanın başına sıkça gelmez, geldiği vakit değerini bilmeyene de bir daha hiç gelmez, benden söylemesi.
Nasıl, başlığı okuyunca ödünüz mü koptu?
Hayır, bu bir popüler bilim yazısı değil, zaten ben de fizikten zar zor beş alarak liseyi bitirebilmiştim.
Geçenlerde bir magazin haberinde okudum ama not almayı ihmal ettiğim için kimin söylediğini hatırlamıyorum.
Hoş bir genç kadın, aşkın bir "elektrik meselesi" olduğunu söylüyordu.
Bunu sıkça duyuyor ya da magazin haberlerinde okuyorum: Aşkı "elektrik aldım, elektriğimiz uydu" gibisinden metaforlarla açıklayan çok insan var.
Bu aşıkların, mesela ampul değiştirirken çarpıldıklarını hiç sanmıyorum.
220 voltluk bir şoka uğramak ile o güzeller güzeli insana, kalp çarpıntıları içinde hayranlık duymamızın nasıl bir ilgisi olabilir ki?
Olimpos Tanrıları'nın karmaşık ilişkilerinin bugünkü hayatımızı da karmaşıklaştırmasına bakarak, filozof ve psikologları da günümüzün modern Olimpos Tanrıları kabul edebiliriz sanıyorum.
Nitekim aşka, böyle elektro manyetik bir güç atfetmemizin arkasında da onlar var.
Olay 18. Yüzyılda, manyetizma kuramının tanımlanmasından ve elektrik akımının keşfinden sonra yaşandı.
Penelope Fitzgerald, manyetik kutupları aşka uyarladı, "pozitif ve negatifin karşılıklı çekimini" bakkal çıraklarının bile gündemine soktu.
"Coca yapraklarının insanlar üzerindeki etkisini" kendi üzerinde deneyerek tanımlayan İtalyan nörolog Paolo Montegazza da aşkı böyle tanımlamıştı: Farklı atomların temel fizik yasası!
Bizdeki "Kız Tavlama Sanatı" kitaplarının benzerlerini 1914 ile 1918 yılları arasında Calypso takma ismiyle yazan Madame Vinot, bilim dünyasındaki bu metaforların biz sıradan insanların hayatına girmesini sağlamıştı.
Yayınladığı beş ayrı "tavlama" kitabında çekiciliği, karşılıklı elektrik diye tanımlamıştı, o günden beri de kahve fallarının vazgeçilmez kavramlarından biri oldu.
Mesela gözünüzü hafiften sinirsek bir kadına diktiyseniz şunu öneriyordu:
"Yalnızca bakışla, alçak sesle mırıldanılan yumuşak ve okşayıcı sözlerin yavaş yavaş işleyen büyüleyiciliğiyle ustaca üzerine gönderilecek manyetik dalgalara özellikle sinirli kadınlar duyarlıdır."
Madame Vinot'ya göre etkilemek istediğiniz kişinin zayıf noktasını bularak, ondan istediğinizi alabilirsiniz.
"Gözlerinizi güçlü biçimde karşınızdakinin gözlerine yönelterek ve ellerini hafifçe sıkarak desteklenen bir bakışla gözlerden çıkan ışınlar sayesinde gönderilen telepatik mesajın" yavrucağı kollarınıza düşüreceğini de ondan öğrendik.
Şimdi yerim kalmadı, önümüzdeki haftalarda size "bakış gücü ustalığını" da öğreteceğim ki bir ay içinde istediğiniz kadın ya da erkeği psiko – manyetik dalgalar aracılığıyla tavlayabilesiniz!
* Mehmet Y. Yılmaz'ın bu yazısı, Oksijen gazetesinden alındı.