Baudrillard’ın "tilkinin kuyruğundaki kızıllık" öyküsünü bir arkadaşım anlatmıştı bana, ben de size anlatayım.
Bir gün, bir oğlan çocuğunun karşısına bir peri çıkmış: "Dile benden ne dilersen, her şeyi yerine getireceğim" demiş.
Bir de şart koşmuş: "Ama hayatının sonuna kadar tilkinin kuyruğundaki kızıllığı hiç düşünmeyeceksin. Bunu düşündüğün anda her şeyi geri alırım." Oğlan kabul etmiş.
İyi bir eğitim, yaparken hem zevk aldığı, hem iyi para kazandığı bir iş, sevdiği bir kadın, güneşli, güzel günler.
İlerleyen yıllar boyunca tilkinin kuyruğundaki kızıllığı hiç aklına getirmediği için istediği her şeye kavuşmuş.
Ve bir gün beynini kemiren bir soruyla uyanmış: Tilkinin kuyruğundaki kızıllık neydi? Sonunu tahmin edebilirsiniz, peri sözünün eriymiş, hepsini geri almış!
Sabit fikirlerin, kafadan bir türlü sökülüp atılamayan önyargıların insanların birbirleriyle olan ilişkilerini de aynen böyle zehirlediğini düşünüyorum.
Buna insanlar arasındaki ilişkilerin her boyutunda rastlayabiliyoruz.
Özellikle de âşıkların ilişkilerinde.
Charles Bukowski’nin "Lilly’yi öptün" isimli öyküsünü okudum geçenlerde. (Aşık Katiller Antolojisi. Everest Yayınları, Hazırlayanlar: Enver Ercan – İdil Önemli.)
Öykü 56 yaşındaki Theodore ile 50 yaşındaki karısı Margaret’in, televizyonda bir film izledikten sonra uyumak üzere yatağa girmeleriyle başlıyor.
Margaret’in istediği öpücüğü baştan savma bir hareketle yerine getiriyor Theodore.
Margaret, kocasına "Lilly’yi öptüğün gibi öp" diyerek, Bukowski usulü bir tartışmanın kapısını aralıyor.
Yazar Bukowski olunca sonrasını tahmin etmek zor değil.
Geçmişte kalmış bir aşk, ihanetin acısını her zaman içinde taşımış bir kadın, kurulu düzenine teslim olmuş bir erkek.
Dehşet verici bir çifte cinayete dönüşen aile kavgası.
Geçmişte kalmış bir aşk ilişkisinin kahramanı olan Lilly, Margaret’in kafasının içinde tıpkı tilkinin kuyruğundaki kızıllığın yarattığı sonucu yaratıyor.
"Tilkinin kuyruğundaki kızıllık" (Artık buna TKZ diyeceğim) elbette her aşk ilişkisinin cinayetle bitmesine yol açmıyor. Ama belki ondan da kötü bir sonuca yol açıyor, insanlara yaşamı zehir ediyor.
Bunu basit bir kıskançlık sorunu olarak görmüyorum.
Freud’un da altını çizdiği gibi kıskançlık normal olmanın bir sonucu.
İnsan doğasının bir parçası.
Sevilen kişinin, bir başkasını yeğleyeceğine ilişkin olarak duyulan olağan korkunun ürünü..
TKZ sendromu ise bunun çok daha ötesinde.
Burada ilişkiyi hastalıklı bir duruma sokan şey, çiftlerden birinin bir önyargıyı, bir hareketi, bir sözü, bir davranışı getirip ilişkinin merkezine koyması.
Böyle bir durumdaki kişinin kafasının içinde öyle bir perde iniyor ki o perde iyi ve güzel olan öteki şeylerin de görünmesine engel oluyor, onları anlamsızlaştırabiliyor.
Böyle bir ruh durumu nedeniyle ilişkileri mahvolmuş birçok insan tanıyorum.
Eminim, sizler de çevrenizde böyle örneklere sıkça rastlamışsınızdır.
Böyle bir durumda nelerin yapılması gerektiğine ilişkin bir reçeteyi ise çok düşünmeme, çok okumama rağmen bulabilmiş değilim. Bildiğim ve onayladığım tek şey, Freud’un bir sözünde saklı:
"Sevdiğim zaman, sevgi dışında her şeyi dışlarım."
Not: Bu yazım, 13 Nisan 2003 günü, Milliyet’te yayımlanmıştı.