Ahmet Ümit'in Sultan'ı Öldürmek isimli romanı şöyle bir cümleyle başlar:
"Şahane bir aşk, çoğu zaman harcanmış bir hayat demektir."
Ben böyle düşünmem.
Bana göre şahane bir aşk peşinde harcadığımız hayat, aslında hayatımızın gerçekten yaşanmış tek bölümü de sayılabilir.
Rus kozmonot Valentina Tereshkova, uzaya çıktığında kendisini "canlı" tutan şeyin uzay aracı ile yer istasyonu arasındaki radyo bağlantısından gelen sesler olduğunu anlatıyor.
Uzaya çıkan insanlar için en önemli sorunun "duyumsal yoksunluk" olduğunu anlatıyor, uzaya çıkan ilk insan Yuri Gagarin de!
Normal şartlar altında "duyumsal yoksunluk" durumu çok kolay karşılaşılamayacak bir durum.
Gözümüzün önünden her an birçok görüntü geçip gidiyor, sesler işitiyoruz, iletişim kuruyoruz, dokunuyoruz, sürekli olarak bir şeyler hissediyoruz.
Bunlar yaşadığımızı bir kez daha kavramamıza neden oluyor, algımızı ve ilgimizi açık tutuyor.
Meşhur köpek deneylerinden hatırlayacağınız Rus bilim insanı Pavlov'un, geçirdiği bir kazadan sonra bir göz ve bir kulağı dışında bütün duyu organlarını kaybetmiş bir hasta ile ilgili bir gözlemi var:
Sağlam kalan duyu organları kapatıldığında, hastanın doğrudan doğruya bir tür uyku haline geçtiğini tespit etmiş.
Benzeri durum, uzay psikolojisinde "duyumsal yoksunluk" diye tanımlanan bir şey. Beyne çevreden hiçbir uyarının gelmemesi durumunu açıklıyor ve bu nedenle astronotlar, kozmonotlar uzay aracının içinde uyuyup kalmasınlar diye yer istasyonuyla hiç kesilmeyen bir bağlantı kuruluyor. Müzik çalıyor, hiçbir şey olmasa bile astronot uzay merkezindeki koşuşturmayı, konuşmaları dinliyor.
Aşkın da bizler gibi sıradan insanlar için böyle bir etki yarattığını düşünürüm. Evet, teorik olarak bir toplumun içinde yaşadığımız için hiçbir zaman astronotlar gibi "duyumsal yoksunluk" çekmiyoruz ama yaşadığımız da sıradan anlardan ibaret. Edip Cansever de böyle yazmış zaten:
"Aşk iyidir bak / duyumunu arttırır insanın!"
Aşık olduğunuzda çevrenizde olup bitenlere ilginiz daha açık olur.
Çalan bir şarkı, atonal bile olsa, sizi başka bir evrene götürebilir.
Normalde saatlerce baksanız bir şey anlayamayacağınız bir modern resme, âşık iken bakarsanız içinizde bir yerleri kıpırdatacak bir detayı kolayca bulabilirsiniz.
Kısacası yaşadığınızı hissedersiniz.
Hayatın her aşamasında karşılaştığınız şeye bir anlam yüklersiniz.
Algınız açık olur, normal zamanda hiç ilgilenmeyeceğiniz bir durumla karşılaşmak bile duygularınızı harekete geçirir.
Aşık olmak, her şeyden önce yaşama karşı yeni bir tepki vermemizi sağlayan ve bunun etkisiyle canlı bir değişimle sonuçlanan bir süreçtir.
Daha önce defalarca gördüğü bir manzaranın bile anlamı değişir, daha önce hiç fark etmediği güzel kokuları algılamaya başlar.
Aşık olduğu kişiyle paylaştığı her şeyin ve her durumun özel olduğunu duyumsar: Daha önce aynı şeyleri defalarca tekrarlamış ve yapmış olmasına rağmen.
Aşk, insanın yaşam "çakralarının" açılmasını sağlayan bir rol oynar.
Erich Fromm, insanın bütün tutku ve özlemlerinin, varoluşuna bir karşılık bulma çabası olduğunu söylüyor. Hatta bir adım ileri gidip bunun delilikten kaçınma çabası olduğunu da.
Ve aşkın, "üretici uyum" adını verdiği bir şeyin görünümü olduğunu yazıyor. Bunun, insanın kendisi ve tabiatla yaratıcı ve eylemci bir ilişki kurma biçimi olduğunu vurguluyor.
İş hayatında zaman zaman karşılaştığım; çelik, tel kablo ve camdan yapılmış robotlara benzettiğim bazı insanların, "duyumsuz" olmalarının nedeni acaba aşk gibi bir uyarıcıyla hiç karşılaşmamış olmaları mı diye düşünmeden de edemiyorum.
Başladığımız yerden bitirecek olursak, şahane bir aşk, harcanmış bir hayat değildir.
Tam tersine, şahane bir aşk, yaşadığımız hayatın hiç olmazsa o bölümünün anlamlı olmasını sağlar.
Yaşandığını gösterir, harcandığını değil.
Nisan ayının son haftasına girerken Sait Faik'e de bir rahmet okumak istemez misiniz?
Söylemeliyim, Yok Yok… Meydanlarda bağırmalıyım. Bu küçük Güllerin buram buram tüttüğü Anadolu şehri kahvesinde Kiraz mevsiminin Sevişme vakti olduğunu. Resimler seyrettirmeli, şiirler okutturmalıyım Baygınlık getiren şiirler Kiraz mevsimi, kiraz Küfelerle dolu pazar. Zambaklar geçiriyor bir kadın. Bir kadın bir bakraç yoğurt götürüyor Sallıyor boyacı çocuğu fırçasını Belediye kahvesinde hala o eski, o yalancı O biçimsiz Bizans şarkısı Sana nasıl bulsam, nasıl bilsem, Nasıl etsem, nasıl yapsam da Meydanlarda bağırsam Sokak başlarında sazımı çalsam Anlatsam şu kiraz mevsiminin Para kazanmak mevsimi değil Sevişme vakti olduğunu…