“Nasıl bir çocukluk geçirdin” diye soracak olursanız, yanıtım çok kısa: Çok canım sıkılıyordu! Gerçi o yılların Antalya’sında bir çocuğu mutlu edebilecek her şey vardı. Bir kere bütün kent oyun alanımız sayılırdı. Deniz, kayıkta kürek çekerken kendini korsanmış gibi hayal etmek, falezlerdeki mağaralarda hazine bulacağına inanmak, balık tutmak gibi eğlenceler vardı ama yine de canım çok sıkılırdı. Rahmetli anneanneme göre bu iyi bir şeydi; “sıkı can çıkmaz” derdi, canımın sıkıldığını söylediğimde. Bu sözler elbette canımın daha çok sıkılmasına yol açardı. Elimde bir oltayla deniz kenarında saatler harcar, bir gün bir tekneyle gideceğim ıssız adaları hayal eder, tatlı bir can sıkıntısı ile günlerimi geçirirdim. İnsanın canın sıkılmasından zevk almasının bir tuhaflık olduğunun elbette artık farkındayım. ‘Issız bir adaya’ gitme hayallerini de bırakalı çok oldu. Ama can sıkıntısı konusunda pek bir mesafe alabildiğimi söyleyemeyeceğim. Hemen her şey canımı sıkabiliyor. 'O ses' başta olmak üzere! Dün şöyle bir haber okudum: RTÜK, 'Modern Family' dizisi nedeniyle Digitürk’e yayın durdurma ve para cezaları kesmiş. Ben hiç seyretmedim bu diziyi ama habere göre dizide eşcinsel bir çift de varmış ve bunlar evlilik dışı çocuk edinmeyi doğal karşılıyorlarmış! Ve bu da son derece hassas bir bünyeye sahip olan kutsal Türk aile yaşamını, milli ve manevi değerlerimizi, genel ahlakımızı zedeliyormuş. Okuyunca canım sıkıldı haliyle. Düşünün bir komedi dizisi izliyorsunuz, cereyan eden olaylara güleceğinize hemen gidip eşcinsel olmaya karar veriyorsunuz. Bununla yetinmeyip evlilik dışı çocuk sahibi olmak için çabalamaya başlıyorsunuz. Zaten milli ve manevi değerlerimiz yok olmak üzere olan kelaynak sürüsü gibi. Kutsal aile bağlarımız desen bir kelebeğin kanadı gibi, en ufak bir temasta zedelenebiliyor. Allahtan RTÜK gibi kurumlarımız var da böyle tuzaklara karşı toplumumuzu korumak için gece gündüz çalışıyorlar.
RTÜK’ün ceza kesmediği dizilerdeki Türk aile yaşamı örnek olmalı sanıyorum hepimize. Birincisi birbirinize sık sık bağıracaksınız. Kadınları dövmek de serbest, hatta gerekli. Siyah elbiseler içinde, elinizde tesbih, gözünüzde kara gözlükle yolunda gitmeyen işleri silah ya da bıçakla düzeltmeye de soyunabilirsiniz. Bunlar Türk tipi aile yaşamını koruyan davranışlar çünkü ve milli manevi değerlerimiz arasında saymamız gereken temel şeyler. RTÜK üyelerinin homofobisinin neye işaret ettiğini tahlil etmeye yönelik bir yazı değil bu, Freud’dan başlayıp Jung’dan çıkmayacağım. Ama anlaşılıyor ki onların da izledikleri diziye canları sıkılmış. Belli ki bir 'derin can sıkıntısı' hepimizi avucunun içine almış.
Bu kavramı Koreli filozof Byung-Chul Han’ın geçtiğimiz yılın son aylarında yayınlanan kitabı 'Zamanın Kokusu – Bulunma Sanatı Üzerine Felsefi Bir Deneme' isimli kitabından yürüttüm. (Çeviren: Şeyda Öztürk, Metis Yayınları.) Büchner’in, Danton’un Ölümü oyunundan bir replik aktarıyor.
Camille: Acele et Danton, kaybedecek zamanımız yok! Danton (Giyinmektedir): Ama zaman bizi kaybediyor. Ne sıkıcı iş, her gün önce gömleğini giy, pantolonu üzerine çek, akşam yatağa gir, sabah sürünerek yataktan çık, bir ayağını diğerinin önüne atıp dur ve bir şeylerin değişeceğine dair tek bir emare yok.”
Şimdi, Byung-Chul Han’a veriyorum sözü:
“Can sıkıntısı kararlı eylemin anti tezi değildir. Aksine, ikisi birbirini içerir. Aktif eyleme geçme kararlılığıdır can sıkıntısını daha da derinleştiren. Böylece devrimci Danton, yoğun eylemlerin tam ortasında, zamanın kendisini terk ettiğini düşünür. Bu esaslı zaman yoksunluğu, zamanın kaybından değil, zamanın bizi kaybediyor oluşu gerçeğinden ileri gelir. Zamanın kendisinin içi boşalır... Can sıkıntısı nihayetinde, zaman boşluğundan kaynaklanır. Zaman artık vaadini yerine getirmez.”
Bu küçük kitabı okuyup, kapattığımda derin bir nefes aldım. Çocukluğumdan beri çözemediğim bir problemi çözmüş kadar hafiflediğimi düşündüm. Hayatın hızlandığı hissinin, amaçsızca dönüp duran zamanın yol açtığı bir yanılsama olduğu gerçeği satırların arasından çıkıp, kafama girdi. Byung-Chul Han’a dönüyorum:
“Günümüzün zaman krizinin önemli nedenlerinden biri, vita activanın, eylemlilik yaşamının mutlaklaştırılması. Bu mutlaklaştırma, insanı bir animal laborans, 'çalışan hayvan' derecesine indiren bir çalışma buyruğuna yol açıyor. Gündelik hayattaki hiperkinezi, aşırı hareketlilik, insan yaşamındaki tefekkür unsurunu, durma becerisini ortadan kaldırıyor. Dünyanın ve zamanın kaybına yol açıyor.”
Ben görmedim ama Virginia Üniversitesi’nde bir güneş saati varmış. Kim bilir, belki de WhatsApp gruplarının çok sevdiği internet palavralarından biridir bu ama bu saatin üzerinde de şöyle bir yazı olduğunu okudum:
“Zaman, bekleyenler için çok yavaş, korkanlar için çok hızlı, yas tutanlar için çok uzun, sevinenler için çok kısadır. Ama sevenler için sonsuzluktur. Saatler uçar, çiçekler solar, yeni günler, yeni yollar geçer gider, aşk kalır.”
Simon Vouet’nin 'Umut, Aşk ve Güzellik’in Yendiği Zaman' adını taşıyan bir tablosu var. 17. yüzyıl Paris’inin en beğenilen ressamlarından biri Vouet. Onun klasikleşmiş Barok üslubu, resme ilahi bir hava da katıyor. Eğer yolunuz düşerse bu tabloyu Madrid’deki Prado Müzesinde görebilirsiniz. Beni o müzeye sürükleyen üç şeyden biri de zaten bu resmi yakından görme isteğimdi.
Byung-Chul Han’ın kitabını okurken bu tablo da aklımdaydı. Dünyanın ve zamanın kaybolmasını engelleyecek şey Vouet’nin bu üçlüsü mü acaba? Arthur Ving Pinero’nun sözünü not etmişim: “Derinden sevenler asla yaşlanmaz. Yaşlılıktan ölebilirler ama genç ölürler.” Zaman bulunca bu konuya yine dönelim diye geçirdim aklımdan, şimdi canım sıkıldı, bugünlük yazmayı bırakıyorum. Bugünü bir animal laborans olarak tamamlamayacağım!