AKP Genel Başkanı Recep Tayyip Erdoğan, İstanbul BB seçiminin yenilenmesi ile ilgili olarak şöyle konuştu:
“Biz CHP adayının mazbatasının alınıp, AK Parti adayına verilmesini istemedik. Böyle bir şeye asla rıza da göstermeyiz. Burada yapılan iş, birçok kanunsuzluk ve usulsüzlük tespit edilen seçimin, milli iradenin tercihlerini en doğru şekilde yansıtmak üzere tekrarlanmasından ibarettir.”
Üzülerek söylemek ve hatırlatmak zorundayım ki AKP Genel Başkanı boş yere aç kalıyor.
Çünkü sahih hadislere göre tuttuğu oruç, bu sözleri söylediği için kabul edilebilir bir oruç değil:
“Her kim yalan söylemeyi ve yalanla amel etmeyi bırakmazsa, o kimsenin yemesini içmesini bırakmasına Allah’ın (c.c.) hiçbir ihtiyacı yoktur.” (Buhari.)
Bu dini vecibemi yerine getirdikten sonra AKP Genel Başkanı’nın neden doğru söylemediğini açıklayabilirim.
Sayın Genel Başkan’ın partisi, bazı yerlerde seçilen belediye başkanlarının mazbatalarının iptal edilmesini ve ikinci sırada oy alan kendi parti mensuplarına verilmesini gönül huzuru içinde kabul etti.
Diyarbakır Bağlar, Van Tuşba, Van Edremit ve Van Çaldıran’da en çok oyu alan adaylara değil, ikinci sırada gelen AKP’li adaylara mazbataları verildi.
Ve her hangi bir AKP yöneticisinin bundan rahatsızlık duyduğunu ya da demokratik olmadığı için ikinci sıradaki adayların mazbatayı almayı reddederek seçimin yenilenmesini istediklerini de duymadık.
Kuşkunuz olmasın ki İstanbul’da da aynı şeyin olmasını isterlerdi ama bu kadarına cesaret edemediler.
AKP Genel Başkanı, İstanbul seçiminde birçok usulsüzlük tespit edildiğini de söylüyor.
Bu nedenle de maalesef yine oruç boşa gitmiş oluyor, çünkü doğru değil.
İstanbul seçimi, YSK’da “sandık kurulu başkanları kamu görevlisi değil” gerekçesiyle iptal edildi.
Çünkü iptal için başka gerekçe bulamadılar, sandığa atılan zarfın içindeki oyları etkilemesine asla imkan olmayan bir gerekçeyle seçimi iptal ettirebildiler.
Siyasal İslam’ın bir propaganda silahı olarak yalanı kullanmasına artık alıştık.
Ancak, onlar yalan söylemekten vazgeçmediği sürece, yalanlarını yüzlerine çarpmak da bizlerin boynunun borcu olsun!
***
AKP Genel Başkanı Recep Tayyip Erdoğan, Türkiye’nin ekonomik sorunlarını aşması için daha demokratikleşme, hukukun üstünlüğü gibi konulara dikkat çeken işadamı Tuncay Özilhan’a şöyle yanıt verdi:
“Ben sizin 12 yıl önceki durumunuzu, bugünkü durumunuzu da biliyorum. Yeri gelirse bunu teşhir ederim. Biz TÜSİAD’ın politik tarafgirlikten ziyade Türkiye’nin ekonomik mücadelesine yaptığı katkılarla gündeme gelmesini beklerdim.”
(“Biz” diye başlayan bir cümlenin “beklerdim” diye birinci tekil şahısta sonlanmasının semantik çözümlemesini daha sonra bir fırsat bulduğumda yaparım.)
Erdoğan, sadece bir partinin genel başkanı gibi davranıyor ve konuşuyor ama aslında şu anda Türkiye Cumhuriyeti’nin en üst yöneticisi.
Dolayısıyla, bildiği bir konu varsa ve bu konu yasal sorunlar yaratıyorsa savcılıkları harekete geçirmek olanağına sahip.
Bildiği bu konu, ahlaki sorunlara işaret ediyorsa işin bu kısmı dedikoduya girer ve doğrusunu isterseniz, bir devlet yöneticisinin dedikodu yapması da hoş olmaz.
Özilhan’ın 12 yıl önceki durumuyla, bugünkü durumu arasında fark nedir, bu farkı yaratan faktör nedir?
Bunları belli ki AKP Genel Başkanı biliyor ama açıklamıyor. Dedim ya kanunsuzluk söz konusuyla niye savcıları harekete geçirmiyor?
Onun yerine üstü örtülü bir sopa sallama var: “Yeri gelirse teşhir ederim.”
Bu “yeri gelirse” kavramı esasen “canımı sıkmaya devam edersen” diye okunmalı, çünkü söyleyenin zihninde bu var.
Bir tür uyarı!
Bir vatandaş, demokratik bir ülkede, istediği her siyasetçinin canını sıkacak şeyler söyleyebilir.
Düşünce özgürlüğü, bunu ifade etme hakkını da verir, yasal bir sorun yaratmıyor olmalıdır.
Tek sorun hakarete varan ifadeler olabilir ki Tuncay Özilhan bildiğiniz kibar bir insan, hakaret filan da etmedi, fikrini açıkladı.
Şimdi görelim bakalım, Özilhan’ın ya da şirketlerinin başına neler gelecek?
Üst düzey bir siyasetçiye “bildiklerimi bir söylersem yer yerinden oynar” edalı konuşmaların yakışmadığını da ayrıca söylemiş olayım.
***
Kuşkunuz olmasın ki bu memlekette en zor işlerden biri, eğitimli ve dünyayı bilen bir diplomatın, Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü olmasıdır.
Doğruyu bilir ama ne yapsın, görevi gereği tersini söylemek zorunda kalır.
Dışişleri Bakanlığı sözcüsü Hami Aksoy adına bu nedenle üzülüyorum.
Geçen gün Türkiye’nin işkence ve kötü muamele ile ilgili BM sözleşmesine sadık kalmasını tavsiye eden Alman muhatabına tepki vermek zorunda kaldı.
Türkiye’nin işkence suçuyla mücadele ettiğini, anlaşmaya sadık olduğunu, işkence ile ilgili iddiaların ciddiye alınmaması gerektiğini söyledi.
Bu sözleri söylediğinde 11 Mayıs idi. Ve dört gün sonra, bir avukatı feci şekilde döven Cumhurbaşkanlığı korumalarının soruşturulması için izin verilmedi.
Adalet Bakanlığı bu izni vermeyince de korumalar ile ilgili soruşturma düşmüş oldu.
Sözcü haklı, Türkiye’de kanunlara göre işkence ve kötü muamele yasak, cezası var.
Ama söylemediği şu ki işkence ve kötü muamele ile suçlanan polisler, askerler asla ceza almazlar.
Çünkü onları önce amirleri korur. Onlar beceremez ise mahkemeler korur.
Onun için Türkiye’de işkencenin suç olmasının bir anlamı da olmaz.
Suç varsa suçlu cezalandırılmalıdır ama suç işkence ise açık ve kesin bir cezasızlık durumu söz konusudur.
Sistematik olan uygulama budur.
Dışişleri Bakanlığı sözcüsü elbette bunu bilir. Ama ne yapsın, böyle bir gerçek yokmuş gibi konuşur.
Ancak bu sözlerini ne yabancı muhatapları ciddiye alabilir ne de biz vatandaşlar ciddiye alabiliriz.
Adalet Bakanlığı’na da bir küçük not: Kanun dışına çıkan polis gücü ile şehir eşkıyası arasında bir fark olmaz.
Ha gazeteciyi döven eşkıyalar ha avukatı döven polisler. Hepsi aynı şeydir! -----------------------------