Fransız Kraliçesi Marie Antoinette gerçekten de "ekmek bulamıyorlarsa pasta yesinler" dedi mi, demedi mi, hâlâ tartışılıyor.
Bir görüşe göre "pasta" kelimesinin yerine "brioche" kelimesini kullanmış; bir tür ekmek sayılabilir ama sözün sahibinin empati yoksunluğunu etkilemiyor bu.
Ve bu sözü öyle de söylemiş olsa, böyle de söylemiş olsa dünya yüzünde insan varlığı sürdükçe hatırlarda kalacağına da kesin gözüyle bakabiliriz.
Çünkü bu söz, halktan ve halkın dertlerinden kopuk bir Saray'ın ne kadar vurdumduymaz, ne kadar nobran, ne kadar küstah, ne kadar aşağılayıcı olabileceğini gösteren tipik bir örnek olarak hep hatırlanacak.
Bakın üzerinden 2,5 asra yakın zaman geçmiş, hâlâ bir köşe yazısına ilham verebiliyor.
Bu sözü hatırlamamın nedeni Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan'ın, muhalefete laf yetiştirmeye çalışırken sarf ettiği bir cümle oldu:
"Neymiş millet açmış, aç olarak dolaşanları buyurun siz de doyuruverin."
Bu sözü okurken "demek ki" diye düşündüm, "sarayın Versailles olması ile Beştepe olması arasında bir fark olmuyor."
"Mavi kanlı" Marie Antoinette ile "Kasımpaşalı" Recep Tayyip Erdoğan'ı aynı fikri düzlemde buluşturan şey saray.
Bu Erdoğan'ın ilk vukuatı da sayılmaz.
Halinden yakınan bir çiftçiye "lan artistlik yapma, lan bana Anayasa'yı öğretme, ananı da al git" dediğinde Başbakan idi.
Bir törende "artık şehit cenazesi görmek istemiyoruz" diyen vatandaşa "askerlik yan gelip yatma yeri değildir" diye yanıt verdiğini de hatırlarsınız.
Soma'da 301 işçinin öldüğü maden katliamından sonra da "bunlar normal şeyler, her yerde oluyor" diyebilmişti.
Öfkeli bir işçiyi tekmeleyen müşavir Yusuf Yerkel'i de hiçbir şey yaşanmamış gibi makamında tutmaya devam etmişti.
Diyanet İşleri Başkanı'nın, 1 milyon liraya Mercedes makam aracı alması eleştirildiğinde muhalefete "bugün Mercedes lüks olmaktan çıkmıştır" diye yanıt vermişti.
Şimdi de "aç olanları siz doyuruverin" diyor.
Belli ki saraylarda oturunca "aşağısı" böyle görünüyor.
Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, Sedat Peker'in açıklamalarına özel olarak yanıt verilmemesini istiyor ama dayanamayıp kendisi de bir yanıt verdi:
"Lağım çukuru diye ifade edilen iftiraların ve onları ortaya atan mahfillerin peşinden gitmek ancak kendini oraya layık görenlerin işidir. AK Parti'yi kirli senaryolara yerleştirme gayretleri kabul edilemez."
AKP'nin, bir tür teflon tava gibi hareket etme yeteneğine daha önce de tanık olmuştuk.
Ne yaparlarsa yapsınlar, ne olursa olsun, hiçbir şey bunların üzerine yapışmıyor.
Nasıl Fetullahçılarla el ele verip, memleketin adliyesini, ordusunu, polis teşkilatını yerle bir ettikten sonra ellerini yıkayıp bir kenara çekildilerse, şimdi de Sedat Peker için aynısını yapmak peşindeler.
Cumhurbaşkanı hatırlamıyor gibi davranıyor ama memleketi Rize'de miting yaptırıp, muhalefeti silahla tehdit eden adam, bu sözünü ettiği "mahfilin" ta kendisi.
Sedat Peker o zaman iyiydi de şimdi mi iftira atan mahfil oluyor?
"Barış" bildirisine imza atan akademisyenleri "oluk oluk kanlarınızı akıtacağız ve kanlarınızla duş alacağız" diyen Sedat Peker'i beraat ettiren de AKP yargısından başkası değildi.
Devlet Bahçeli'yi gücendirmemek için "en ziyade müsaadeye mazhar mafya" unvanını Sedat Peker'den alıp, Alaattin Çakıcı'ya verdiklerinde, öküz öldü, ortaklık bozuldu.
Bahçeli'nin Çakıcı'yı affettirip, yeniden piyasaya sürme planı olmasaydı, bugün Peker ile "Süslü Süleyman" dediği İçişleri Bakanı "aynı mahfilde" oturmaya devam edeceklerdi.
Peker, Suriye'ye arazi araçları, çelik yelekler, silahlar, insansız hava araçları, kışlık kamuflaj giysileri gönderirken ülkenin Cumhurbaşkanı olarak aklına şu soru hiç gelmemiş miydi: Bilinen bir işi olmayan bir insan, maliyeti çok yüksek bu bağışları nasıl yapabiliyor?
Bu, memleketteki en küçük kupon araziyi bile takip eden bir yöneticinin dikkatinden kaçmış olabilir mi?
Bana mümkün görünmüyor.
Böylesi Erdoğan'ı çok küçümsemek olur.
Biz küçümsemiyoruz, o da kendisini küçümsemesin
ABD Afganistan'dan askerlerini çekiyor ve öyle görünüyor ki bunun tasası da AKP iktidarına düşmüş.
Milli Savunma Bakanı Hulusi Akar, ABD'lilerin çekilmesinden sonra da askerlerimizi Afganistan'da tutmaya "niyetli olduğumuzu" açıkladı.
Bunun için üç şart öne sürüyormuşuz: Siyasi, mali ve lojistik!
Siyasi şartın nedeni belli. Uluslararası bir karar olmadan, Afganistan'da asker bulundurmamız hukuken meşru olmaz.
Mali ve lojistik şartlar da gayet açık: Türkiye'nin eti – budu, bu kadar uzak bir bölgede kalıcı ve etkili bir askeri faaliyet sürdürmeye yetmez!
Onun için birileri kesenin ağzını açacak, birileri silahtı, uçaktı vs. verecek, biz de askerlerimizin "canını" ortaya koyacağız!
Nitekim ABD Dışişleri Bakanlığı sözcüsü Kirby, Kabil'deki Hamid Karzai Uluslararası Havalimanı'nın güvenliği için Türkiye ile ön görüşmeler yaptıklarını açıkladı.
Afganistan, önce Rusya'nın ardından da ABD'nin işgalinden beri deyim yerindeyse dikiş tutmayan bir ülke.
Yarım yüzyıla yakın bir zamandır, işgaller ve iç savaş ile boğuşuyor.
Böyle bir ülkede askerlerimizi niye tehlikeye atıyoruz?
Erdoğan rejimi, batıdan bir iki "şak şak" alsın diye mi?
Türkiye'nin Afganistan'da ne gibi ekonomik, siyasi çıkarları var ki o kargaşaya burnumuzu sokacağız?
Bir atasözünü kulaklarınıza küpe yapın derim: Her "hıyarım var" diyene, "tuz bende" diye koşulmaz!