İçişleri Bakanı Süleyman Soylu ile gazeteci Saygı Öztürk arasında geçen tartışmayı izlemiş olmalısınız.
"Tartışma" diyorum ama aslına bakarsanız lafın gelişi.
Çünkü ortada tartışılan bir şey yok.
"Tartışma" eylemi, herhangi bir konuda birbirinden farklı düşünen insanların, düşüncelerine hakim olan kendi gerekçelerini ortaya koyarak, birbirlerini ikna etme çabası olarak tanımlanır. En geniş tanımı bu.
Bizim "Alaturka tartışma" usulümüzde bunlara yer yok.
"Alaturka tartışma" esas olarak şöyle yürüyor, abartılı bir örnekle açıklamaya çalışayım.
Mesela Ahmet diyor ki "pembe pantolon ile parmak arası terlik bir araya geldiğinde oluşan görüntü, Covid – 19 yayılımını takip ederken, dikkatimizden kaçmamalı."
Normal bir tartışmada bu görüşe karşı söylenecek birçok şey bulabiliriz: En basitinden "illiyet bağı" ile ilgili tespitler yapıp, bu fikri çürütmeye gayret ederiz.
"Alaturka tartışma adabı" ise böyle yapmaz. Yanıt, dolambaçsız verilir: "Ben de senin..."
Sosyal medyada kısa yazmak zorunluluğundan mıdır, nedir bilmiyorum, tartışmalara bu tür tepki gösterenlerin sayısında astronomik bir artış var.
Terbiyesi buna elvermeyenler şöyle girer olaya: "Turuncu pantolonun altına loafer giyenlere bir şey demiyorsun ama!"
Bu, tartışmayı, kendi haklılığına inandığın bambaşka bir zemine taşıyarak haklı çıkma çabasıdır.
Asıl konuyu tartışamayacaklarının içte içe farkında olanlar böyle yaparlar.
Ya da tartışmaya şöyle girerler: "Bunu söylemek için mor pantolonlulardan kaç para aldın?"
Bu daha kritik önemde bir başka sosyo – patolojik sorunumuza da işaret eder.
Bir insanın, bir fikre sahip olması için bundan mutlaka maddi bir çıkar elde etmesi gerektiğine olan yangın bir inancın varlığını gösterir.
Bunlar, kendileri aynı mevkide olsalar, bunu paraya çevirmekte tereddüt etmeyecekleri için, herkesin de aynı şeyi yapacağını düşünürler. Hatta buna iman ederler.
Kısaca özetleyeyim: Ortada deli saçması bile olsa bir fikir vardır ama bu fikre katılmayan kişi yanıtını hakaret ederek ya da daha alakasız bir yeni tartışma başlatarak verir.
Saygı Öztürk, gazetedeki köşesinde, AKP Trabzon Milletvekili Bahar Ayvazoğlu'nun eşi Ali Ayvazoğlu'nun bürokrasideki hızlı yükselişi ile ilgili bir yazı yazdı.
Ali Ayvazoğlu da daha önce bürokrasideki ilerlemesinin eşinden dolayı değil, İçişleri Bakanı Süleyman Soylu'nun katkılarıyla olduğunu gazetecilere açıklamıştı.
Süleyman Soylu'nun bu yazıya yanıtı, bazı internet sitelerinin ağzıyla yazacak olursam, "ağır oldu"!
Soylu'nun, Öztürk'e verdiği "namus düşmanı" yanıtı ile Öztürk'ün yazdığı konunun hiç alakası yok.
Medeni tartışmada, Soylu bu iddia üzerine şöyle konuşabilirdi: "Hayır Saygı Bey, yazdığınız gibi değil. Ali Bey falanca üniversiteyi bitirdi, filanca kademelerde görev yaptı, bu makama da layık olduğu için atandı."
Hayır, bunu yapmıyor. Kılıcı çekip, cepheden hücuma geçiyor: "Namus düşmanı! Bahar hanım ahlaklı, faziletli bir kadındır."
Ne alaka? Bahar Hanım'ın "namusu" ile ilgili bir söz söyleyen mi var?
Şimdi durduk yerde "bir kadının namusu nedir, nerede aranır" üzerine mi tartışacağız?
Bunu tartışmak bile başlı başına namussuzluk değil mi?
Bu tekil bir örnek değil. Sadece bu olayda karşımıza çıkmıyor.
İlla başka bir örnek istiyorsanız, bu akşam rastgele bir tartışma programını izlemeyi deneyin.
Ruh sağlıklarını koruyabilmek amacıyla, çocukları yatırdıktan sonra ama!
Herkesin Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın açıklamalarından öğrendiği Libya'da şehit düşen MİT mensupları haberini yazdıkları için yargılanan 6 gazeteciden üçü adli kontrol ile bırakıldı.
Ve biz buna seviniyoruz, üç gazeteci hapisten çıktı diye!
Hayır, bunda sevinilecek bir durum yok.
Bu dava en başında zaten hiç açılmamış olmalıydı, mahkemenin bu uyduruk iddianameyi iade etmiş olması gerekirdi. Hadi onu yapmadı, ilk duruşmada beraat kararı vermeliydi.
Üç gazeteciyi bir anlamda evlerine hapsederek, bu işten sıyrılamazsınız, bunu söylemiş olayım.
Barış Pehlivan, Hülya Kılınç ve Murat Ağırel için ise tutukluluğun devamı kararı verildi.
Mahkeme kararında tutukluluğa devam edilmesinin gerekçeleri şöyle sıralanıyor:
"Üzerlerine atılan suçun vasıf ve mahiyeti, kuvvetli suç şüphesinin bulunduğunu gösteren açık kaynak araştırma raporları, Milli İstihbarat Teşkilatı Başkanlığı'nın suç duyurusu yazıları, tanık beyanları gibi somut delillerin varlığı, sanıkların delilleri yok etme, kaçma ve saklanma girişimleri ihtimali."
Bir kere "somut deliller" dediği deliller, esasen somut filan değil.
Bir iddiayı bir kağıdın üzerine yazıp, altını imzaladığınızda soyut suçlamalarınız, somutlaşmaz.
"Somut deliller" mahkeme kararından anlaşılıyor ki kimin tuttuğu belli olmayan raporlar ve şikayet yazılarından ibaret.
Ve öte yandan "somut deliller" bunlar ise artık yazılmış ve mahkeme dosyasına girmiş bulunuyor. Gazeteciler tutuklu olmasalar, bu delilleri nasıl karartıp, yok edebilirler?
Çok açık ki birileri talimat vermiş, "yarısını bırakın, yarısını tutun" diye, o uygulanıyor.
Yoksa aynı davadaki altı sanıktan üçünün delilleri karartabileceği için tutukluluğunun devamına, üçünün de delilleri karartamayacağı için tutuksuz yargılanmalarına nasıl karar verebiliyorlar?
Nedir bu? Deliller, bukalemun gibi renk mi değiştiriyor? Bir bakmışsın kararmış, bir bakmışsın kararmamış!
(T24'ün bu konuyla ilgili özel haberini kaçırdıysanız, buradan ulaşabilirsiniz.)
İçişleri Bakanı Süleyman Soylu, 13 Ocak'ta başlatılan "İdliblilere yardım" kampanyasında bugüne kadar 717 milyon 63 bin 102 lira toplandığını açıkladı.
Bu rakamın ne kadarı tek tek vatandaşların katkısından oluşuyor, ne kadarı kamu kuruluşlarının bütçelerinden ödendi, bunu bilmiyoruz.
Açıklama yapmak, halkı aydınlatmak bu iktidarın lügatinde bulunan bir durum değil.
Bu para bugünkü kurla kabaca 105 milyon ABD Doları tutuyor.
Paranın hangi aylarda toplandığını ve toplandığı günkü kuru bilmediğimiz için biraz az olabilir, biraz çok olabilir, kabahat benim değil.
Paranın bu miktarı bana 15 Temmuz Şehit ve Gazileri için toplanan yardımı hatırlattı. O da aşağı yukarı böyle bir miktardı, 100 milyon dolar.
Bu parayı hak sahiplerine dağıtmak yerine vakıf kurup, nemalandırmayı tercih ettiler.
Kimlerin nemalandırıldığını da doğal olarak bilmiyoruz.
Bilseydik, iktidarın başına güneş mi geçti acaba da bu rakamları bize söylüyor diye hayret ederdik.
Bakalım bu 100 milyon doların akıbeti ne olacak?
Bir vakıf kurulsa, mütevelli heyetiydi, genel müdürüydü, ofis çalışanlarıydı, sekreterler, şoförler, kiralar derken kimler kimler nemalanırdı!
Bir iddiaya tabii girmek istemem ama İdliblilere bu paranın ne kadarı düşecek, gerçekten merak ediyorum.