Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan için "en güzel günler" geldi sayılır.
Artık her iftarı, bir mitinge çevirecek.
Bir yandan milletin Ramazan nedeniyle yükselen dini hassasiyetlerini kaşıyacak, dini, dindarlar için özel bir anlamı olan bu ayda kutuplaştırmanın aracı haline getirecek.
"Daha Ramazan'ın başındayız, falcı mısın" diye itiraz etmek isteyenlere, "eski Ramazanlar" hatırlatması yapacağım ve o eski ramazanların nostaljik bir yönü de yok maalesef.
Nitekim her ramazanda olduğu gibi bu kez de ilk iftar şehit aileleriyle Saray'da yapıldı.
Erdoğan iftar konuşmasında "dünya işsizlikle kıvranırken Türkiye'nin istihdamıyla, üretimiyle, ihracatıyla hedeflerine adım adım gittiğini" söyledi.
Türkiye'yi ilk 10 ekonomi arasına sokacağından bahsetti, "2023'ten sonra bambaşka bir Türkiye" vaat etti.
Türkiye, 17. büyük ekonomi iken geçtiğimiz yıl 21. sıraya geriledi ve bunda Erdoğan'ın kendisini iktisat teorisyeni zannetmesinin büyük payı var.
Dünyada enflasyonu en yüksek 10 ülke arasına girmemizi de yine bu teoriye borçluyuz.
Ve 2023'e 8 ay kala bu tablonun değişebileceğinin en küçük bir işareti bile yok.
İstihdam da artmıyor, Türkiye'de çalışabilir yaştaki nüfusun yarısı işsiz!
Bunları Erdoğan'ın bilmiyor olması mümkün mü?
Eğer kendisine her sabah "pembe rüyalar bülteni" verilmiyorsa, bu gerçekleri bizim kadar biliyor olmalı.
Peki bunları bile bile hem de orucunu açtıktan hemen sonra nasıl böyle konuşabiliyor?
Bunu gerçekten merak ediyorum.
Acaba onun okuduğu dönemde imam hatiplerdeki eğitim kalitesi düşüktü de oruç sadece "sabah ezanından akşam ezanına kadar aç kalmak" olarak mı belletildi?
Bu hadis kulağına küpe olsun:
"Nice oruç tutanlar var ki, oruçlarından payları açlık ve susuzluktur. Ve yine nice ayakta duranlar / namaz kılanlar var ki, namazından elde ettiği şey yorgunluktur."
Tabii bu onun kişisel sorunu, kendisi ile Allah arasındaki bir mesele, bize "Allah kabul etsin" demek düşer ama "tebliğ görevimi" de ihmal edemezdim.
Ancak meselenin bir de toplumumuzu, hukuk düzenimizi, devletimizin temelini oluşturan Anayasamızı ilgilendiren bir yönü var.
Cumhurbaşkanı, inançlı bir Müslüman birey olarak oruç tutar, zamanı gelince de iftarını yapar.
Orucunu isterse ailesiyle birlikte açar, isterse eşi, dostu, arkadaşları ya da camide teravih öncesi cemaatle açar. İsterse ilk iftarda olduğu gibi şehit aileleriyle birlikte oruç açabilir ama bedelini kendi cebinden ödemek şartıyla.
Bunu resmi bir tören haline dönüştürmemesi, maliyetini devlet hazinesine yıkmaması gerekir.
Resmî törene dönüşmemelidir çünkü bu ülke Anayasal olarak laiktir, laik devletin törenleri de laik olur.
Bu ülkenin vatandaşları her türlü inanca sahip olma ve hatta hiçbir inanca sahip olmama hakkına sahiptirler ve vatandaşlardan toplanan vergileri harcarken bunu gözetmek gerekir.
Vatandaşları, belediyelerin çadırlarında, hayırseverlerin verdiği mütevazı iftarlarla oruçlarını açarken, devletin başı saraylarda, devletin kesesinden iftar yapamaz.
Dini bir vecibeyi yerine getirirken, vatandaşları kutuplaştıracak nutuklar da atmamalıdır.
Tabii bunların tersine hareketlerin cezai bir müeyyidesi de yok, toplumumuzun böyle tutumları ahlaken mahkûm edecek refleksleri de gelişmiş değil.
Ama ben yine de söylemiş olayım, içimde kalmasın.
Türkiye'de kanunları bilen ama hayatın gerçeklerine uzak kalmış olanlar, nasıl olup da sahillere villalar yapılıp, satılabildiğini hep merak ederler.
Bizim kanunlarımıza göre sahiller kamuya aittir, gerekli izinler alınırsa, arazinin durumuna göre günlük ya da kalıcı turistik tesisler yapılabilir ama özel mülkiyete konu olacak evler, villalar filan yapılamaz.
Kâğıt üzerinde tabii.
Kanunun bu hükümlerinin etrafından dolaşmanın yolu basit: Turistik tesis diye izin alınıyor, rezidanslar, villalar yapılıp, satılıyor.
Bazen bu "tesislerin" içine ayıp olmasın diye oteller de yapılıyor ama işini bilen için buna gerek yok.
Bu yıllardır böyle sürüp gidiyor.
Dün Sözcü'de yayımlanan bir habere göre Turizm ve Kültür Bakanlığı da durumu yeni fark etmiş gibi bir genelge yayımlamış.
Belediyelerden bu tür yapılara ruhsat verilmemesi isteniyor.
Dediğim gibi bu neresinden baksanız 10 yıldır yaygın bir uygulama.
Bakanlık nasıl oldu da bunu yeni fark etti diye merak ettim haliyle.
Eskiden yapılmış olanların fiyatları artsın diye mi, yeni yapmaya niyetlenenlerin "maliyetleri" artsın, "gelir dağılımına" küçük bir katkısı olsun diye mi?
Adalet Bakanı Bekir Bozdağ, 2022 yılından itibaren hâkim ve savcı yardımcılığının yürürlüğe gireceğini söyledi.
Böylece hâkim ve savcılar, usta – çırak ilişkisi içinde yetişecekler, 2 yıl sürecek pratikten geçerek adliyemizin yüzünü ağartacaklarmış.
Bozdağ bu konuşmayı yaparken, Ankara'da bir hâkim, ana muhalefet lideri ve Milletvekili Kemal Kılıçdaroğlu'na "konuşmalarına dikkat et" uyarısında bulundu.
Kısa Dalga'dan Kemal Göktaş'ın haberine göre bu "ara karar", AKP Genel Başkanı Erdoğan'ın, Kılıçdaroğlu aleyhine açtığı tazminat davasında verildi.
Kılıçdaroğlu, milletvekili sıfatıyla dokunulmazlığa sahip ama hâkim hukuk eğitimini artık nerede, nasıl aldıysa bunun bile farkında değil gibi.
Bu iki haberi sabah okuyunca bu hâkimin yanında iki yıl süreyle staj yaparak hakimlik mesleğini öğrenecek yardımcıları düşündüm.
Acaba genç hukukçuların kafasını hiç karıştırmasak mı?