"Altılı muhalefet masası" kendisini henüz ittifak olarak tanımlamıyor olsa da son toplantısında "hükümet programının ana başlıkları" üzerine anlaşmış görünüyor.
Gelecek Partisi lideri Ahmet Davutoğlu'nun ev sahipliğindeki toplantının 7 saat 15 dakika sürdüğünü okudum.
Altı liderin olduğu bir toplantı için kısa sayılabilecek bir süre ki bir de Ahmet Davutoğlu'nun da bu altı kişiden biri olduğunu düşünürseniz, hayli kısa sayılabilir.
Demek ki partilerin bu işle görevlendirdikleri politikacılar işlerini iyi yapmışlar, liderlere üzerine tartışılacak bir şey bırakmamışlar.
"Temel İlkeler ve Hedefler Bildirisi" adını taşıyan metinde 10 başlık var.
Genel ifadelerle hedeflerin ve ilkelerin tespit edildiği bir bildiri bu.
Eğer iktidara gelecek olurlarsa açıklanacak hükümet programının ana başlıkları.
Doğal olarak detaylar yok ve iş detayları konuşmaya gelince 7 saat değil, 700 saatin bile yetmeyeceğini bugünden söyleyebilirim.
Kuşkusuz ki partilerin liderleri de bunu benim kadar biliyordur ancak yine de hatırlatmak isterim: Bu seçimde sadece TBMM yenilenmeyecek, bir de "icracı başkan" seçeceğiz.
Son derece geniş icra yetkilerine sahip bir başkan!
Ve o başkan adayı parti liderlerinden birisi olmayacak ise bu tür "icra" meselelerinin konuşulduğu toplantılara katılıyor olmalı ki kampanya sırasında "davul onun boynunda, tokmak altılının elinde" görüntüsü olmasın.
Kuşku duymayın ki halkın karşısına "Cumhurbaşkanı adayı" olarak çıkaracağınız kişi, böyle "ezik" bir profil çizerse, zahmet edip seçime de girmeyin derim.
"Altı lider uygulanacak programı belirleyecek, buldukları aday da o programı uygulayacak" görüntüsü, Erdoğan gibi bir politikacıyı yenmeye yetmez.
Bir ay önceki toplantıda Cumhurbaşkanı adayının nitelikleri belirlenmişti, hatırlarsınız.
Muhalefetin Cumhurbaşkanı adayı şu niteliklere sahip olacakmış:
Uzlaşmacı, özgürlükçü, demokratik değerleri içselleştirmiş, milletimizin tamamını kucaklayan, siyasi ahlak ilkelerini benimseyen, liyakat sahibi!O vakit de yazmıştım; Erdoğan, Türkiye'yi öyle bir duruma getirdi ki sıradan her kamu görevlisinde aranması gereken koşullar "Cumhurbaşkanı adayının nitelikleri" haline dönüştü.
En son sayılan "nitelik" dışındakiler esasen "söz üzerine" nitelikler.
Öyleyim dersen, öyle oluyorsun.
Gerçekten öyle olup olmadığını icraat sırasında görüyoruz.
Erdoğan da öyle değil mi? Ona da sorsak bütün bu niteliklere sahip olduğunu söyleyecektir.
Onunla geçirdiğimiz 20 yılın üzerine bile hâlâ böyle olduğunu iddia ettiğine de dikkatinizi çekmek isterim.
Oysa "liyakat" konusu daha elle tutulur bir konu, ölçülebilir, somut!
Nasıl bir eğitim aldı, iş hayatı nasıl geçti, aile hayatı nedir, mesleki ve siyasi geçmişinde başardıkları nelerdir, bugün Türkiye'yi yönetmeye layık görülmesine neden olan en temel özelliği nedir gibi yanıtları kolayca verilebilecek ve o yanıtların doğru olup olmadığı kısa sürede anlaşılacak, ölçülebilir vasıflar!
Şunu düşünmek gerek: Bu göreve gerçekten layık görülebilecek bir "kişilik", perde arkasında altı suflörü olan bir oyunda yer almak ister mi?
Ankara Büyükşehir Belediye Başkanı Mansur Yavaş, "Selahattin Demirtaş'ı da istiyoruz" diyen bir Vanlı vatandaşa "inşallah" dedi mi, demedi mi?
Belediye'nin Halkla İlişkiler Koordinatörü'nün açıklamasına göre "demedi".
Belediye yöneticileri bunu "dev bir trol organizasyonunun yaratmaya çalıştığı suni algı" olarak niteliyor.
Yavaş, yönetimsel şikayetlerini dile getiren vatandaşlara "inşallah" demiş.
Tam Türkiye'ye uygun bir "samsak döveci, ebegümeci" tartışması!
Yandaş kanalların beşibiryerdeleri günlerce üzerinde tepinebilirler artık.
Aslına bakarsanız, bizim memlekette âdettendir, hapishanedeki birisinden söz ediliyorsa "Allah kurtarsın, inşallah çıkar" filan gibi sade suya tirit sözler söylenir.
Yavaş'ın, Demirtaş'ın hapisten çıkamamasından yana olduğunu sanmıyorum.
Ama belli ki Yavaş, adının Demirtaş ile böyle bir araya gelmesini istemiyor.
Bunun için ona kızabilir miyim?
Hayır, kızamam çünkü hepimiz farkındayız ki Yavaş, seçildiğinden beri bu tür tartışmaların dışında durmaya gayret ediyor.
Ama şunu da unutmamalı:
Bugün Demirtaş'ı siyasi nedenlerle hapiste tutan ve bilmem kaç kere ağırlaştırılmış müebbet hapis cezasına mahkûm etmeye hazırlanan "güç", yarın aynısını Yavaş için de yapabilir.
Nitekim şu anda Yavaş için değil belki ama bazı CHP yöneticileri için bu süreç devam ediyor.
Cezalandırılan, hapiste tutulan Demirtaş değil; bu ülkedeki herkesin siyaset yapma hakkı.
Yavaş, en azından bu hakkın korunması için hassas olduğunu ifade edebilecek bir cümle kurabilirdi.
Öylesi daha doğru bir politik tutum olurdu.
Çünkü rejimin hedefi esasen muhalefeti sindirmek, bastırmak, Türkiye'de kendisinin izin verdiği alanın dışında siyaset yapılmasını engellemek.
Nitekim RTÜK'ün Kemal Kılıçdaroğlu'nun açıklamalarını yayınladılar, Ahmet Şık'ın basın toplantısı haberini verdiler diye televizyon kanallarını cezalandırması da bunun bir parçası.
RTÜK'ün ancak bir faşist rejimde rastlanabilecek bu tutumu, rejimin asıl sahibi Erdoğan'dan kaynaklanıyor.
O güç, Selahattin Demirtaş'ı da Osman Kavala'yı da operet yargılamalarına maruz kalan sivil haklar savunucularını da hapiste tutuyor.
Bugün buna cesaretle sesinizi yükseltemiyorsanız yarın geç olabilir.
Milli Savunma Bakanlığı (MSB) sosyal medyada bir dizi mesaj yayımladı.
İstanbul'un Fethi kutlamaları sırasında Mehteranın davula fazla abanmasıyla biraz gaza gelmiş ateşli bir genç üslubu var.
Günümüzde "1000 yıl öncesine özlem duyan yayılmacılar", bir kez daha Bizans hayali görmeye başlamışlar.
Olabilir tabii, hâlâ Osmanlı hayali kuranlar bile var, Bizans hayali kuranlar da olacaktır.
Elbette böylelerinin yüzlerine karşı gülmemek gerekir, meczupluk gülünecek bir durum değildir.
MSB'nin atar yaptığı konu, Ayasofya'nın kapılarının, sıvalarının filan "şifadır" denilerek yenilmesine Yunanistan'ın gösterdiği tepki.
Onun için mesajlarında "Yunanistan'daki camilerin yıkılarak yerine sinema ve sergi salonu, konaklama yeri, depo yapılmasına karşı çıkmaması da iki yüzlülükle bile açıklanamayacak kadar vahim bir durumdur" demeyi de ihmal etmemiş.
Yunanistan'ın yaptıkları doğal olarak Yunanistan'ı bağlar.
Türkiye'de olup bitenlerin de Türkiye'yi bağlaması gibi.
Yunanistan camileri yıktı, imaretleri kütüphane yaptı diye Ayasofya'nın kapılarının yenmesine, sıvalarının suyla karıştırılıp içilmesine hoş görüyle mi bakmamız gerekiyor, anlayamadım.
MSB'nin ateşli sosyal medyacısına hatırlatmak isterim ki Ayasofya'ya iyi bakmak, onu bir bütün halinde ve zarar görmeden gelecek nesillere devretmek görevi Türkiye'ye ait bir görevdir.
Biz, Türkiye'deki tarihi eserlere sahip çıkalım, hırpalattırmayalım, görevimiz budur.
Yunanistan'ın görevi de kendi kültürel mirasına sahip çıkmaktır.
Çıkamıyorlarsa, bazı korkuları nedeniyle çıkmak istemiyorlarsa da bu onların ayıbıdır.
Burada görev alanlarının karıştırılmasıyla ilgili bir sorun da var.
Ayasofya, Diyanet'e bağlı bir cami.
Müze bahsinde Kültür Bakanlığı sorumlu.
Açıklanması gereken bir husus olursa, bu kurumlar açıklamalı, askerler değil.
Milli Savunma Bakanlığı'na ne oluyor?
Sivilleşe sivilleşe varabildiğimiz yer burası mıymış?