Kübra Güran Yiğitbaşı'nın Afyonkarahisar Valiliğine tayin edilmesiyle birlikte Türkiye'nin bir önemli sorunu daha çözülmüş oldu. Şimdi işsizlik, pahalılık gibi sorunlara da sıra gelir belki.
Bu vesileyle kendisini kutlar, görevinde başarılı olmasını dilerim. Yazacaklarım şahsıyla değil, kamu yönetimine hâkim olan zihniyet ile ilgili. Bunu belirteyim ki beni siyasal İslamcı camiada örneğini çok ve sık gördüğümüz kadın düşmanlarıyla karıştırmasın.
Yiğitbaşı, ilk "başörtülü – türbanlı vali" olarak tarihe geçti.
Söz konusu kumaş parçasını, "başörtüsü" ya da "türban" diye tanımlamak bu konuda bir tutum da ifade ediyor; ben o tartışmaların içinde olmak istemediğim için ikisini de yazdım, okuyucular dilediklerini seçip, öyle okuyabilir.
Yandaş medyada "ilk başörtülü kadın vali" diye de tanımlanmış ki gereksiz bir betimleme; vali başörtülü bir erkek olsaydı, cinsiyetini ayrıca vurgulamak gerekebilirdi ama "başörtülü kadın vali" gereksiz bir cinsiyet tanımlaması.
Başörtüsü / türban sorununun çözüldüğünü düşünüyordum. Bakan var, subay var, polis var, kaymakam var, belediye başkanı var, niye vali de olmasın zaten.
Önemli olan başının üstünde ne olduğundan ziyade içinde ne olduğu. O göreve hak ettiği için, görevin gereklerini layıkıyla yerine getirmek için gelip gelmediği.
Vali Hanım'ın müktesebatı, bu görev için pek uygun gibi gelmedi bana.
Belli ki "bizden" olması önemli bir rol oynamış çünkü eğitimi ve sonraki mesleki deneyiminin mahalli idare yöneticiliği ile herhangi bir ilgisi yok.
Üniversitede radyo televizyonculuk okumuş, master ve doktorasını iletişim üzerine yapmış ve Bilal Bey kardeşimizin vakfında yönetim kurulu üyeliği ile akademide idari görevlerde bulunmuş. Aile Bakanlığı'nda da Bakan Yardımcısı imiş.
Eski Türkiye'de valilik bir kariyer mesleğinin sonunda ulaşılabilen bir makamdı.
SBF ya da Hukuk Fakültesi mezunları, İçişleri Bakanlığı'nda çok ciddi bir sınavdan sonra "maiyet memuru" olarak göreve başlıyorlardı.
Anayasa Hukuku ve İdare Hukuku'nun öne çıktığı ağır bir hukuk sınavı, makro ve mikro iktisat, Mahalli İdareler, Türkiye'nin idari yapısı gibi konuları da kapsayan, çok ciddi bir sınav.
Bu sınavı geçenler maiyet memuru olarak atanır, kaymakamlık ya da valilik emrinde göreve başlarlardı. En az üç yıl sürecek bir süreç.
Kaymakam olmak, bütün bu memuriyet sürecini başarıyla tamamlamakla mümkün olabilirdi ki kaymakamlıktan sonra valilik makamına ulaşmak da hayli uzun bir yoldu.
Valilik Türkiye'de her zaman siyasi bir pozisyonu da içinde barındırır, siyasi bir atamadır ancak mahalli idarenin değişik kademelerinde 15 – 20 yıl çalışmadan kimseyi de vali yapmazlardı.
Kübra Hanım'ın kişiliğinden bağımsız olarak vurgulamak istediğim bu.
Bu konuda "sıfır" tecrübeyle Vali oldu, Afyonkarahisar'ı nasıl yönetecek?
İçişleri Bakanlığı'nda değişik kademelerde yıllarca dirsek çürüten yüzlerce kaymakam ve vali yardımcısı arasında valilik yapmaya uygun bir kişi bile yok muymuş, bunu da merak ettim.
AKP, iktidara geldiğinde önce Fetullahçı çete ile bu kadroları doldurma yoluna gitti. Onlar tasfiye olunca da tek kriter "bizden mi değil mi"ye dönüştü.
Türkiye gibi büyük bir coğrafyaya yayılmış bir ülkeyi sadece Ankara'dan verilen direktiflerle yönetebilmek mümkün değildir.
Valisi, kaymakamı salt siyasi bağlılıkları nedeniyle tayin edilen bir ülkeyi yönetmek ise hiç mümkün olmaz.
Arkadaşımız Tolga Şardan, yeni valiler kararnamesini değerlendirdiği yazısında şöyle yazmış:
"Yeni atama listesinde yer alan kimi mülki idare amirlerinin kamuoyuna yansıyan sorunlu süreçleriyle bağlantılı olarak tayin görmelerinin yanı sıra iktidar üzerinde etkili olan bazı dini grup ve cemaatlerin etkisini göz önünde bulundurmak gerekiyor."
Fetullahçı çetenin yaptıklarından ders alınmadığı bir kez daha ortaya çıkıyor.
Bu dini grup ve cemaatlere mensup oldukları için o makamlara getirilenler yarın tarikatın şeyhini mi dinleyecekler, seçimle iş başına gelen yürütme organını mı?
Geçtiğimiz cumartesi gecesi İstanbul'da "huzur operasyonu" yapılmış.
Bu operasyon esasen suçsuz, kendi halinde vatandaşları huzursuz ediyor ama Emniyet bunu "huzur operasyonu" diye tanımlıyor.
Yol çevirmek, kahvehane, gazino, bar, lokanta basıp kimlik kontrolü yapmak şeklinde icra ediliyor.
Biz alışkınız tabii ama normal bir demokrasiden gelen birisini çok şaşırtacak bir uygulama bu.
Benzerlerine İkinci Dünya Savaşı filmlerinde filan rastlanabilecek bir durum.
Bir kabarede şarkıcı şarkı söylerken, birden ışıklar yanıyor, içeriye kollarında gamalı haç, üniformalı silahlı tipler doluşuyor ve hazirunun tek tek kimliklerini kontrol ediyorlar.
Geçen günkü operasyonda "huzur" için basılan mekanlardan birinde Hülya Avşar sahnedeymiş.
Programının bu şekilde kesilmesine sinirlenmiş, kendisini kulise göndermek isteyen ekiplere de sert çıkmış: "Programın ortasında geliyorsunuz, kesiyorsunuz. Böyle bir şeye hakkınız yok. Bir de insanlara ‘otur' diye emrediyorsunuz. Herkes oturuyor zaten."
Avşar'ı Allah bize bağışlamış demek ki diye düşündüm.
Bir insan hakları aktivisti olsa oracıkta karga tulumba gözaltına alınmış, görevli memura mukavemet ve görevinden dolayı hakaret suçlamasıyla tutuklanmış bile olabilirdi.
Emniyet güçlerinin, ortada fol yok yumurta yokken yolda otomobil durdurup araması, böyle eğlence yerlerine girip kimlik kontrolü yapması, kişilik haklarımızın ihlali anlamına gelir.
Böyle bir işlem için her şeyden önce "makul şüphenin varlığı" gerekir.
Medeni ülkelerde böyle işler olmaz.
Oralarda da polis, suçluları yakalamak, suçu önlemek ister ama bunu yaparken de vatandaşların kişilik alanlarına giremez.
Suçluları takip başka, sıradan vatandaşların huzurunu bozma sonucunu doğuracak takip başka bir şeydir.
İyi eğitimli, suçu ve suçluyu nasıl takip edebileceğini bilen polis, kanunlar çerçevesinde bu bilgisini kullanır ve suçluları adalete teslim eder.
Eğitimsiz, vatandaşlarını suça eğilimli paryalar gibi gören polis ise bizdeki gibi davranır.
Gestapo meselesine ise hiç girmeyeyim diyorum!