Yılın haberi İstanbul'dan geldi: İstanbul'da tedavüldeki 70 kilo madeni parayı satan ve satın alan hurdacı Türk Parası'nın Kıymetini Koruma Kanunu'nu çiğnedikleri suçlamasıyla göz altına alındı.
Bu kanunun adını en son duyduğumda Turgut Özal, 24 Ocak kararlarını açıklıyordu!
Demek ki hâlâ yürürlükteymiş, bu da haberi ilginç hâle getiren bir başka özelliği.
70 kilo madeni paranın hurda değerinin, üzerinde yazılı değerinden daha fazla olmasının yol açtığı bir "suç" bu.
Demek ki paranın değeri o kadar düşmüş ki metali kendisinden daha değerli hale gelmiş.
Bu Türkiye'de ilk kez olmuyor.
Eski Türkiye'de de ekonomi yönetimi çuvalladıkça bazı madeni paralar görünmez hale gelirdi.
Benim şahsen arkasından en çok üzüldüğüm para ortası delik 2,5 kuruşlar idi.
Ben çocukken bir şey almaya yaramıyordu ama ortasından iplik geçirip, boynumuza asmak havalı oluyordu.
Sarı 25 kuruşları da severdim, bir tanesiyle gazoz ya da simit alınabilirdi, iki tanesi bir araya geldiğinde bir pandispanya ederdi.
Ama o da tıpkı bugünkü madeni paralar gibi, satın alma gücünün metalinden daha düşük olması nedeniyle tedavülden kalktı.
Ve bu nedenle de paraları satın alan hurdacı ve satan adam aslına bakarsanız suçlu değil, mağdur.
İki yönlü bir mağduriyet var: Üç kuruş para kazanacağız derken mahkemelik oldular, yüce Türk adaleti kim bilir başlarına ne çoraplar örecek.
İkinci mağduriyeti, onlarla beraber bizler de paylaşıyoruz: Paramız pul oldu!
Kelimenin tam doğru tanımı bu.
Kendisini iktisat teorisyeni zanneden Recep Tayyip Erdoğan ve tek başlarına bıraksan iki koyunu güdemeyecek çaptaki adamları, memleket ekonomisini altı ayda bu hâle getirdiler.
Hatırlarsınız hangi iktisat okulunu, kaç not ortalaması ile bitirdiğini kimsenin bilmediği Recep Tayyip Erdoğan'ın iktisat teorisine göre faizler düşünce, enflasyon da inecekti.
Durum ortada.
İşçilik ucuzlayınca, ihracatımız patlayacak, cari açığımız azalacaktı. O da ortada.
Bu yıl cari açık 22 milyar dolar olacak diyorlardı, üç ayda 18 milyar doları yakaladık.
Ülkemizin risk puanı rekor üstüne rekor tazeliyor, 700 puanı geçti.
Savaşa girmiş, yaptırımlara uğramış Rusya ve tarihi boyunca ekonomik krizleri aşamamış Arjantin ile aynı risk puanıyla borç alabiliyoruz.
Üstelik, Türkiye ağır bir ekonomik krizin henüz başında sayılır.
Enflasyonun hiper enflasyona dönüştüğü, sermaye kısıtlamalarının başladığı dönemleri görme ihtimalimiz de çok kuvvetli.
Ve arkadaşlar burunlarından kıl aldırmıyorlar.
Maliye Bakanı Nebati'ye bakarsanız, 65 bin kişi evlerin satış fiyatlarını arttırdığı için emlak sektöründe fiyat krizi çıkmış. Bakan buna göz açtırmayacağını söylüyor!
Toplam 15 milyon 500 binden fazla konuta sahip bir ülkede 65 bin konutun fiyatının artmasının piyasaya etkisinden söz ediyor. Şaka gibi!
Satılmayı bekleyen 1,5 milyondan fazla konut içinde 65 bin konut!
Sayı saymayı da bilmiyor belli ki.
Çalışabilir nüfusun sadece üçte biri bir işe sahip, gerisi evde, kahvede oturuyor.
Et, süt, yumurta, giysi fiyatları ile ilgili de içiniz rahat olsun: Bakan iş dünyasıyla görüşmüş "cesur adımlar atılması için mutabık kaldık" diyor.
Bakan gerçekten bu konuda cesur bir adım atmak istiyorsa Erdoğan'ın karşısına çıksın ve "abi sen de bu işi bilmiyorsun, gel biz bırakalım, bilen gelsin" desin.
Bin cesur çıkıştan daha hayırlı bir iş yapmış olur!
Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, İsveç ve Finlandiya'nın NATO üyeliği ile ilgili olarak biraz daha sertleşti.
Konuyu görüşmek bile istemiyor, "bizi ikna etmeye mi gelecekler, kusura bakmasınlar yorulmasınlar" diyor.
Diplomasiyi cami avlusunda ya da miting meydanında yürütmeye kalkınca nelerin başımıza geldiğini biliyoruz.
Erdoğan belli ki onlardan kendisine hiç ders çıkarmamış.
Kim bilir, belki de kendisini bu nedenle çok başarılı buluyor bile olabilir.
Davos'ta İsrail'e fırça attı, yardım gemisine yapılan baskına katılanları dava etti filan ama bir gün bir de baktık "Gidenler devrin Başbakanına mı sordular" deyiverdi.
O gün İsrail'in ağzının payını vermekle övünüyordu, bugün İsrail ile iyi ilişkiler geliştirmenin herkesin çıkarına olduğunu söylüyor.
Aynı şekilde Suudi Prensi'nin ve Birleşik Arap Emirlikleri'nin aşağılamalarını da sineye çektik.
Olan Saray'dan üfürülen ve mangalda toz kaldıran esintiye kendini kaptıran AKP Grup Başkan Vekili'ne oldu, adamcağız şallak mallak hâlâ!
Onun için İsveç ve Finlandiya için söylediklerinin ciddiye alınmadığını bilsin.
Belki bu atar giderli ergen havaları seçmeni nezdinde işe yarıyor ama diplomaside işler böyle yürümüyor.
Eninde sonunda bir pazarlık yapıp, bu işi kabul edeceğinize göre niye kendinizi de Türkiye Cumhuriyeti'ni de bu duruma düşürüyorsunuz?
Bıraksanız da bu işi sizden daha iyi bilen diplomatlar, kırmadan dökmeden Türkiye'nin çıkarlarını korumak için çabalasalar.
Bu işleri sizden çok daha iyi bildiklerini defalarca görmedik mi?
Atatürk Havalimanı'nı parka çevirmek için pistlerin yıkımına muhalefetin tepkisinin biraz abartı olduğunu söylemek zorundayım.
Kuşkusuz ki o pistleri koruyarak da orada bir park ve sosyal tesisler yapabilmek mümkündü.
Çünkü o pistleri günün birinde, mesela beklenen İstanbul depreminde yardım uçakları için filan kullanmak gerekebilirdi.
Ama o vakit de millet parkı ihalesi kendisine ihsan edilen yandaş müteahhit için yaratılacak işin boyutları buraya varmazdı.
Bu AKP için tercih edilebilir bir durum sayılmaz.
Müteahhit çok para kazanmalı ki bundan sebeplenenler şükür namazı kılıp, sevap kazansın!
Muhalefetin tutumunu anlamakta zorlanmamın nedeni şu:
Pistler yıkılmamış olsaydı İstanbul Büyük Havaalanı'nı kapatıp, yeniden Atatürk Havalimanı'na mı dönecektik?
O hareket de bu ülkenin kaynaklarının israfı anlamına gelmeyecek miydi?
Şu bir gerçek ki Atatürk Havalimanı'nın işi yeni alan yapılınca bitti.
Bunu yaparken Atatürk'ün adını silme amacı taşıdıklarını düşünüyorsanız, sorunu çözmek çok kolay:
Seçimi kazanın, İGA İstanbul Havalimanı'nın adını Atatürk Havalimanı olarak değiştirin. Bunu da bugünden ilan edin.