Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan geçen gün geleneksel sporlar merkezini açtı.
Atlara havuç yedirdi, kendisine hediye edilen ok – yayı inceledi. Tabii bir de nutuk attı.
Bu nutukta aklınıza gelebilecek her konuda bir fikir açıkladı.
İnanmayan dünkü havuz gazetesine baksın; açıklamalar, konulara göre kategorize edilip, küçük kutucuklara alınmış. Bir tam sayfa tutuyor hepsi.
Zaten en çok sevdiği işi konuşmak sanırım.
Dünya yüzünde onun kadar çok konuşan bir ikinci devlet ya da hükümet başkanı yok.
Doğal olarak da konuşmaktan iş yapmaya zaman kalmıyor olmalı.
Ancak öyle görünüyor ki konuşmayı en az sevdiği konu Korona aşısı.
Bütün dünyanın bir numaralı meselesi, Erdoğan'ın gündeminde genellikle yer almıyor.
Konu açıldığında da o kadar önemsiz bir şeymiş gibi davranıyor ki şaşırıyorum.
Geçen gün bakanlarıyla dört saat süren bir toplantı ile ilgili açıklamasını yaparken Sağlık Bakanı'na dönüp "herhalde hafta sonuna kadar buna başlayacağız, değil mi" diye sordu.
Dört saat boyunca ne konuştular ki aşının ne zaman başlayacağını kesin bir tarihe bağlamadan toplantıyı bitirdiler diye düşünmeden edemedim.
Sağlık Bakanı, BionTech aşısı ile ilgili olarak anlaşmanın yapıldığını açıklamıştı.
Erdoğan'ın söylediğine bakın şimdi:
"Alman menşeli bir aşı ile ilgili anlaşmamızı da yaptık ama görüşmeler devam ediyor. Nihai kararı henüz karşılıklı olarak vermiş değiliz."
Anlaşmamızı yaptıysak, neyi görüşüyoruz? Nihai kararı vermemiş isek, anlaşmayı nasıl yapmış oluyoruz?
Gerçek bir bilmece, değil mi?
Cumhurbaşkanının sözlerinden anlıyoruz ki "Türkiye, dünyadaki tüm aşı geliştirme ve üretim faaliyetlerini yakından takip etmekte" ancak elimizde aşı yok.
Sipariş verilen 3 milyon doz aşıdan söz ediyor ki onun da gerisi ne zaman gelecek, gelecek miktar kaç kişiye yeter, bilemiyoruz.
Kiminle konuşsam, bir numaralı mesele aşı, ama belli ki devletimizin bir numaralı meselesi aşı değil.
Yöneticilerimiz, Kılıçdaroğlu'ndan 1 milyon lira kapmak, Canan Kaftancıoğlu'nu hapse tıkmak, Kavala ve Demirtaş'ı hapiste çürütmek, parti kapatmak, ne olursa olsun gelecek seçimi kazanıp, bir beş yıl daha idare etmekten başka bir meseleleri yokmuş gibi davranıyorlar.
Hayır, kalem aşısından söz edecek olmamın nedeni, bahçenizdeki ağaçları, daha verimli bir türle nasıl aşılayacağınız üzerine bilgi vermek değil.
Koronavirüs'e karşı geliştirilen aşıları almakta geç kaldığı için şimdi ayazda kalan Erdoğan yönetiminin, bu sorunu nasıl çözebileceğini düşünürken aklıma geldi.
Hatırlarsınız, Birinci Irak savaşı sırasında, Saddam Hüseyin, Kuzey Irak'taki Kürt bölgesine saldırdığında, Irak ordusunun zulmünden kaçan Kürtlere sınırlarımızı açmıştık.
Büyük göçün yarattığı sorunlardan biri de elbette sağlık sorunlarıydı ve uluslararası sağlık kuruluşları da yardım etmek için bölgede bulunuyorlardı. Yardım heyetindeki hekimlerden biri, sınır kasabalarımızdan birindeki sağlık ocağındaki meslektaşına, çocukların aşılanması konusunda ne durumda olduklarını sormuş ve aşı kayıtlarına bakmış. Yüzde 100'lük aşılanma oranını görünce de hayretle sormuş: "Bu kadar aşıyı nasıl yapıyorsunuz?" "Kalem aşısı" diye yanıtlamış Türk hekim, "sağlık müdürlüğünden emir gelince aşılanmamış çocukları da aşılamış gibi kaydediyoruz".
Bu öyküyü mecburi hizmetini sözünü ettiğim sınır kasabasında yapan bir hekim arkadaşımdan dinlemiştim.
Erdoğan yönetiminin, Korona aşısı konusundaki boş vermişliğine bakınca, acaba akıllarında "kalem aşısı mı var" diye düşünmeden edemiyorum.
Malum, milli gelir ve enflasyon hesaplarında, işsizlik istatistiklerinde bunu başarıyla uygulamışlardı.
Şimdi de hasta ve ölüm sayılarını birkaç kalem hareketiyle iyileştirerek yayınlıyorlar.
Aşı konusunda da aynı yolu izlerlerse hiç şaşırmayın derim.
Hatırlar mısınız, eskiden "Waldo nerede?" diye bir oyun vardı. Bereli, gözlüklü, kırmızı – beyaz çizgili bir kazak giymiş olan Waldo isimli çocuğu, çok karmaşık resimlerin içinde saklandığı yerde bulmak ile ilgili bir oyundu.
Tabii şimdi devletimizi yönetenler espri duygusu zayıf insanlar.
"Damadın ortadan kaybolması" olayı mesela Turgut Özal zamanında meydana gelmiş olsaydı, yönettiğim gazetede böyle ikişer sayfalık bulmacalardan oluşan bir formalık ek verir, "damat nerede?" oyunu oynatır, bundan tiraj alırdım.
Şimdi önermiyorum, dedim ya yöneticilerimizin espri duygusu neredeyse hiç yok artık.
Geçen gün Fatih Altaylı damadın nerede olduğunu yazdı. Topa girmeden birkaç gün bekledim ki bir yalanlama yapılırsa ofsaytta kalmayayım diye.
Fatih'in yazdığına göre Damat, istifa edince Trabzon'a babasının yanına gitmiş ki bunu zaten biliyorduk.
Oradan İstanbul'a dönünce de Katar'a gitmiş, 1 haftada orada kalmış.
Katar'dan İstanbul'a dönmüş ve şimdi Boğaz'da ofis olarak kullanacağı bir yalı arıyormuş. Artık kiralar mı, satın mı alır, bilmiyorum tabii.
Bu yalı ofiste büyük şirketlere danışmanlık yapacak bir düzen kurmak istiyormuş.
Bu haberi okuyunca beni bir meraktır aldı tabii.
Bir insan ağır bir görevden istifa ettikten sonra Katar'a niye gider?
Katar insanın içine huzur veren doğal güzellikleri, kafanızı dinleyebileceğiniz sakin bir ortamı vadeden bir ülke değil sonuç olarak.
Bunu "tuhaf bir not" olarak kaydettim ki bakın burası çok önemli!
Öte yandan "bir insan, ofis olarak kullanmak için Boğaz'da bir yalı arıyorsa, yapacağı işten nasıl bir gelir beklemeli" sorusu kafama takıldı.
Böyle bir şirkette çalışacak uzmanların da iyi maaş alacaklarını varsaymalıyız; büyük şirketlere danışmanlık yapmak TC Maliyesini yönetmeye benzemez çünkü.
Yalı kirası dediğin boru değil; ofis olarak kullanabileceğiniz en küçüğü aylık 100 bin dolardan kapıyı açıyor.
Belli ki Damat Bey'in özgüveni tavan yapmış, yalılara, köşklere sığamıyor!
Bu siyasal İslamcıların, yalı, saray, köşk konusundaki tutkularına kaç puan veriyorsunuz?
İşte eskiden olsa gazete için bir promosyon fırsatı daha: Damadın ofisini açacağı yalının kartondan maketi! Kes, yapıştır, ister çocuğun oynasın, ister süs diye büfene koy!