Yeni Adli Yıl, Beştepe Sarayı'ndaki bir salonda, Cumhurbaşkanı'nın konuşmasıyla açıldı.
Adli Yıl'ın açılış töreninin yürütmenin mekanı Beştepe Sarayı'nda yapılması gibi, Cumhurbaşkanı'nın konuşmasıyla açılması da bana hâlâ garip geliyor.
Garip diyorum ama aslına bakarsanız çok da yadırgamıyor olmamız lazım.
"Güçler ayrılığı" kavramı Türkiye'de yürürlükteki rejim için geçerli değil.
Çünkü referandum ile kabul edilen Anayasa değişikliklerinden sonra artık "bağımsız yargıdan" söz etmek mümkün değil.
Hâkim ve savcıları tayin eden kurulu, Cumhurbaşkanı bizzat belirliyor.
Bu kurul, kararını beğenmediği hâkimi anında başka bir ile tayin edebiliyor.
Bir mahkeme heyetindeki yargıcın duruşmalar sırasındaki tutumunu beğenmez ise, mahkemeye ikinci bir heyet atayıp, kimin hangi davaya bakabileceğini de belirliyor.
Hâkimlerin coğrafi güvenceleri bile yok.
Birçok hâkim verdiği kararın Anayasa'ya, AİHM kararlarına, içtihatlara aykırı olduğunu biliyor ama "yukarıyı" kızdırmamak çabası içinde "benden çıksın, üst mahkeme halletsin" diye düşünüyor.
Cumhurbaşkanı, bir suç işler ve TBMM yeterli çoğunluğu ile bu suçtan yargılanmasına karar verirse kendisini yargılayacak olan yüksek yargıçları bile kendisi seçmiş durumda.
Yani Baroların da, muhalefetin de bu açılış törenini protesto etmelerinin aslına bakarsanız hukuki bir zemini yok.
Kendisine bağlı yargının adli yıl açılış törenini de elbette kendisi, kendi mekanında yapacak.
Yıllar önce bir arkadaşım ile Thames nehrinin kaynağından, Londra'ya kadar, nehri izleyerek yürümüştük.
Yürüyüş güzergahının üzerinde Magna Carta'nın imzalandığı yer de vardı.
Haritada Magna Carta kelimesini görünce heyecanlanmıştım, SBF 1. sınıfta öğrendiğim, tarihi bir metnin imzalandığı yeri göreceğim için.
Mutlaka duymuşsunuzdur, bu belge ile İngiltere Kralı, bazı yetkilerinden feragat etti. Kanunlara uygun davranacağına söz verdi, hukukun üstünlüğünü kabul etti.
Magna Carta'nın imzalandığı, Windsor Sarayı ve köyünün yakınlarındaki Runnymede isimli bölgeye geldiğimizde kırın ortasında bir anıttan başka bir şey göremedik.
Ne bir bina, ne bir kilise, ne de bir kulübe.
Çünkü Kral, Magna Carta'yı, çayır-çimenlik bir alanda, bir ağacın gölgesine kurulmuş tentenin altında imzalanmıştı.
Kral John cimri biri değildi, Kraliçe de herkes saraya ayakkabısıyla girecek, ortalık pislenecek diye telaşlanmamıştı. Bu töreni pek ala Saray'da yapabilirler, imzadan sonra kaz ciğeriyle doldurulmuş sülün kızartma ile şarap da ikram edebilirlerdi. Çayın İngiltere'ye gelmesine neresinden baksanız 600 yıla yakın zaman olduğu için, çay ve tereyağlı İskoç bisküvisi zaten ikram edilemezdi. Papa Innocent de oradaydı, "buyurun bizim kilisede imzalayalım, sonra günah da çıkarırsınız" demedi ki Windsor'daki kilise de görülmeye değer bir bina.
Kralı bu işe zorlayanlar da "iki sığır keselim de misafirimiz olun" dememişlerdi. Hukukun üstünlüğünü ilan eden bu belge Saray'da değil, herkesin eşit olarak yan yana durabildiği bir çayırlık alanda imzalandı. Sembolik bir durum yani. Kimse kimseye üstünlük taslamıyor, herkes tabiatın ortasında eşit!
Cumhurbaşkanı'nın önünde esas duruşta bekleşen, yüksek yargı mensuplarını filan görünce aklıma geldi bu anım.
Kim bilir, belki günün birinde, böyle sembolik işlerin önemli olduğunu bizim yüksek yargıçlarımız da idrak ederler.
"Kendilerini oraya getiren iradenin istediği gibi davranmaktan" vazgeçebilirler mi dersiniz?
Adli Tatil bittiğine göre, biz de Adliye üzerinden sohbetimize devam edelim.
Gazeteci Can Ataklı hakkında Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan'a hakaret ettiği gerekçesiyle dava açılmış.
Gerçi Cumhurbaşkanı, dünkü konuşmasında artık gazetecilere dava açılmamasını sıkı kurallara bağladıkları ile de övündü ama oluyor böyle şeyler.
Can Ataklı, bununla ilgili durumu anlatırken İçişleri Bakanı Süleyman Soylu'nun avukatı Uğur Kızılca'dan da söz ediyor.
Kızılca, Süleyman Soylu'yu, şimdi hapiste tutuklulukla cezalandırılan gazeteci Müyesser Yıldız'ın açtığı tazminat davasında savunmuş.
Olabilir, herkesin avukat tutma hakkı vardır ve her avukat da her türden müvekkili savunabilmelidir.
Gerçi bizim memlekette savunduğu kişilere bakıp avukatları mahkum etmek gibi bir adet de gelişti ama hadi onu görmezden gelelim.
Kızılca'nın, Soylu'nun avukatlığını üstlenmesinde şöyle bir sorun var ki Kızılca, Cumhurbaşkanlığı Hukuk Politikaları Kurulu üyesi.
Bir hakim ya da savcısınız ve karşınızda avukat olarak Cumhurbaşkanlığı Hukuk Politikaları Kurulu üyesi var.
Zaten bağımsız değilsiniz ama tarafsız kalabilmeniz mümkün olabilir mi?
Uğur Bey, elbette istediği kişinin avukatlığını üstlenebilir ama bir yandan bu kurul üyesi olarak çalışırken, diğer yandan avukatlık yapması hukuk etiği ile ne kadar bağdaşır, bilemedim.
MHP yöneticisi Selami Şişman, T24 yazarı ve programcısı Şirin Payzın'ı, rahmetli babasının ölüm ilanını da kullanarak tehdit etti.
Şöyle diyor:
"Bülbül yuvasının, kapana kısılmış, suyun öbür yakasının köksüz, lağımcıları, Türk vatanında yaptıklarınız, yapacaklarınız için anlayacağınız dilden the end, Türk'ün kökleri sizleri sardıkça kuduracaksınız, nefes alamayacaksınız."
Bu parti enteresan bir dönüşüm içinde.
Ağızlarını açıyorlar tehdit, kapatıyorlar tehdit.
Geçen gün Karar yazarı Ahmet Taşgetiren de böyle bir tehditten nasibini almıştı.
Belli ki 12 Eylül öncesinde Türkiye'yi karıştırmak için hizmet ettikleri efendileri, Türkiye'nin başına örmeye hazırlandıkları yeni çoraplarda bunlara yeni görevler vermiş.
Şişman Bey "suyun öbür yakası" diye, Balkan göçmenlerini tarif ediyorsa bilsin ki boğazına takılırız.
Kimin kudurup, nefes alamayacağını da o zaman görürüz.
Şimdi biliyorum ki kendisinden önce bu tür tehditleri savuranlar gibi kıvırtmaya çalışacak.
Bir kadına ölüm tehditleri savuran bu yüz kızartıcı adama MHP'li kadın gazetecilerin söyleyebileceği bir söz vardır diye ümit ediyorum.