Öyle görünüyor ki önümüzdeki günlerde İlker Başbuğ’un, FETÖ’nün siyasi ayaklarının nereye bastığı ile ilgili görüşlerini açıklaması siyasi gündemin en önemli maddesi olacak.
Buna bir de MHP’nin, CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu ile ilgili suç duyurularını ekleyin.
Böyle bir şeyi bekliyordum aslında.
Deprem ve çığ felaketinde idarenin yetersizliklerinin ortaya çıkması ve Suriye’de dış politikanın bir çıkmaza girmesinin böyle bir sonuç doğurması normaldi.
Çünkü bu iktidarın en usta olduğu şey de bu "maymuna bak" oyununu iyi oynuyor olması.
Şimdi var güçleriyle hepimizin dikkatini bu konuya çekecekler.
İşaret fişeğini AKP Genel Başkanı attı! İlker Başbuğ’un mahkemeye verilmesi gerektiğini söyledi.
AKP Sözcüsü "eski vesayet döneminin hortlatılmak istendiğinden" söz etti. Hukuk önünde hesap sorulacakmış cart curt!
Bugünden itibaren haber kanallarındaki sözde "açık" oturumlarda, gazete köşelerinde bu konunun nasıl köpürtüleceğini tahmin edebilirsiniz.
İlker Başbuğ’un söylediği şey bir düşüncenin ifade edilmesinden ibaret.
Zaten düşündüğünü söylemekten başka ne yapabilir ki? Resmi bir görevi de yok, "kutsal AKP iktidarına" karşı bir tehdit oluşturma olanağı da!
Söylediklerine katılmıyorsanız "yanlış düşünüyorsun bey kardeşim" der, kendi fikrinizi söylersiniz.
Ama bunu yapmıyorlar.
Sanki ortada bir askeri vesayet tehlikesi varmış, askerin Meclis’e bir müdahalesi söz konusu olacakmış gibi bir yaygarayla ayağa fırlıyorlar.
Eğer söyledikleri gibi demokrasiyi savunuyorlarsa, bir fikrin açıklanmasından niye bu kadar rahatsız oldular?
Ne zamandan beri düşünce açıklamak suç oldu?
Ne zamandan beri TBMM’de çıkarılan kanunları eleştirmek, "askeri vesayet özlemi" sayılıyor?
Şimdi kuşkunuz duymasın ki gerekçeler uydurup suç duyurusunda bulunacaklar, tetikte bekleyen savcılar da Başbuğ’a davayı açacaklar.
Bir taşla birkaç kuş vurma hevesindeler: İflas etmiş yönetimlerinin beceriksizliklerini örtecekler, kendilerine aykırı fikirleri ifade etmenin insanın başına iş açabileceğini bir kez daha hatırlatmış olacaklar.
Bu oyunu kaçıncı kez sahneliyorlar, artık sayısını şaşırdım. Günah keçisi duruma göre değişiyor ama oyun hep aynı oyun.
AKP Genel Başkanı, TBMM’deki parti grubu konuşmasında Suriye rejimine Şubat ayı sonuna kadar süre tanıdı.
Suriye rejim ordusu, bu süre içinde İdlib’deki Türk gözlem noktalarının etrafından çekilmez ise Suriye’ye bunu zorla yaptırtacağız.
Bu söylediği şey aslında Suriye’ye savaş ilanından önce verilmiş bir ültimatom.
Bu ültimatomu veriyor çünkü İdlib’deki Suriye harekâtında Rusya da var, özellikle havadan yürütülen operasyonlarda!
Rusya izin vermese Suriye ordusu zaten bu harekâtı yapıp, yürütebilecek durumda değil.
Erdoğan da Rusya’ya doğrudan bulaşmayı zaten göze alamıyor. Bunun ekonomik gerekçeleri olduğunu da kendisi söyledi.
Uçak düşürme krizi sırasında da böyle bir durumda neler yaşanabileceğini öğrenmiş bulunuyoruz.
Onun için bir yandan Suriye rejimine karşı kükrüyor, diğer yandan da Rusya’yı karşısına almamak için "şubat ayı sonuna kadar" diye top çeviriyor.
Suriye’nin, Rusya’nın da desteğiyle şubat ayı sonuna kadar, İdlib’deki stratejik hedeflerine ulaşabileceğini Reis bilmiyor mu?
İdlib’deki Suriye ilerleyişinin durdurulması, Rusya ile papaz olma pahasına Suriye’ye savaş ilanını gerektirecek kadar önemliyse, Şubat ayı sonunu niye bekliyoruz?
Niye önümüzdeki hafta başına kadar değil de Şubat sonu?
Niye "hemen yarın" değil de üç hafta sonra?
Bu sorulara boşuna bir yanıt aramayın çünkü emin olun bu süreyi verenin kendisi de bilmiyor, Şubat sonuna kadar vakit kazanmak derdinde, hepsi bu!
ABD’de "Paterson Kenti Emniyet Müdürü" seçilen ilk Türk olan İbrahim Mike Bayçora, görevine başlarken Kuran - ı Kerim’e el basarak yemin etti.
Beklendiği gibi bu durum İslamcı medyada sitayişle karşılandı.
Hatırlıyor musunuz bilmiyorum, Çipras, Yunanistan’da seçimi kazanıp Başbakanlık görevine getirildiğinde "ateist" olduğu için dini törenle yemin etmeyi kabul etmemişti.
Bizde ise Anayasa gereği "namus ve şeref" üzerine yemin ediliyor.
Ve gayet iyi biliyoruz ki bu yemine sadık kalanların sayısı çok az.
Onun için arada sırada benim de aklıma geliyor, acaba herkes inandığı şey üzerine mi yemin etse diye.
Bir kitaba inanan o kitaba el basarak yemin etsin. Ateistler için, namus ve şeref gibi kavramlar daha önemli olduğu için onlar da bunun üzerine yemin etsinler.
Çünkü belli ki herkesin "namus ve şeref üzerine" yemin etmesi, istenilen amaca ulaşılmasını sağlamaya yetmiyor.
Yalnız şu sorunu nasıl çözebiliriz, bilmiyorum.
Bozulan - tutulmayan yeminin kefaretini ödeyebilmek İslam’da son derece kolay.
10 fakir giydirmek ve 10 gün süreyle 10 fakiri iki öğün (sabah ve akşam) doyurmak, üç gün oruç tutmak ve tövbe etmek yeterli olabiliyor.
Bir köle azat etmek de yemin kefareti için yeterli ama artık köle bulmak çok zor, bunu geçelim.
Bu durumda Kuran - ı Kerim’e el basılarak yapılacak yeminlerin "kuvveti" konusunda tartışma çıkabilir tabii.
Aynı sorun İncil ya da Tevrat üzerine edilen yeminler için de geçerli, namus ve şeref üzerine edilen yeminler için de!
Yani aslında iş insanın kendisine kalıyor.
İster namusu ve şerefi üzerine yemin etsin, isterse Kuran - ı Kerim üzerine, yeminini bozmaya kararlı olana yapacak bir şey yok.