Dünkü yazım üzerine bazı okuyucular, hangi vasıfları nedeniyle Ekrem İmamoğlu ya da Mansur Yavaş'ın Cumhurbaşkanı adaylığını desteklediğimi sordular.
Sanırım yanlış anlaşıldım.
Kimsenin adaylığını destekliyor değilim; bugüne kadar da kimsenin amigoluğunu yapmadım.
Seçime 19 ay var ve bugünden bir aday ilan etmek, Türkiye gibi her şeyin çok hızlı değiştiği bir ülkede çok akıllı bir politika sayılmaz.
Dikkat çekmek istediğim konu, bugün yapılan araştırmaların ortaya koyduğu gerçeğin görmezden gelinmemesidir.
CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu, "belediye başkanlarının aday olmaması gerektiğini" savunuyor.
Bugün bunu savunuyor olmasının nedeni, bir süredir AKP çevrelerinin de gönülsüz de olsa kabul etmeye başladıkları bir durum.
O da Recep Tayyip Erdoğan'ın bugünkü şartlar altında seçilmesinin çok zor olacağı gerçeği.
Bu durum da belli ki CHP çevrelerinde "kimi aday göstersek kazanırız" duygusunu yaratmış.
Seçimi çantada keklik görmenin bir sonucu olarak da CHP Genel Başkanı, bugünden kimlerin aday olup, kimlerin olamayacağını açıklıyor.
Bunun hatalı bir politika olduğunu bir kez daha söylüyorum.
Seçim çantada keklik filan değil.
Bugün araştırmalarda AKP ve MHP ittifakı eriyor gibi görünse de son karar anında seçmenin tercihlerini etkileyecek çok faktör var.
Kılıçdaroğlu da bunu biliyor ki "helalleşme" yolculuğuna çıktı.
Erdoğan'ın kutuplaştırıcı politikalarıyla kimlikler üzerinden yapılan siyasetin etkilerini bertaraf etmek istemiyor mu?
Araştırmalarda, kararsız seçmenlerin hala büyük bir çoğunluğu oluşturduğunu unutmayalım.
Bugün kararsız olduğunu söyleyen seçmenler daha önce hangi saiklerle oy kullanıyordu?
O nedenlerin, oy pusulasına mühür basmak için kapalı bir hücreye girdiklerinde yeniden akıllarından geçmesini önleyecek şey nedir?
Yanıtı bence basit: Birincisi oy vereceği adayın kim olduğu, ikincisi oy vereceği programın kendisine ne vaat ettiği.
Onun için bugünden "aday şu olabilir, bu olamaz" gibi açıklamalar, politik olarak yanlıştır.
Bugünden üzerinde yoğunlaşılacak ve vatandaşlara en ayrıntılı şekilde anlatılması gereken şey, programdır.
Bu ittifaka niye oy vereceğim, niye oy vermeliyim?
Bu sorunun yanıtını bugünden anlatıp, insanları ikna edemezseniz, aday kim olursa olsun hüsrana uğrarsınız.
Seçime 19 ay var. 20 yıldır iktidarda olan ve göz boyayıcı icraatları çok olan bir güç ile yarışacaksanız, derdinizi ve ne yapabileceğinizi anlatabilmek için bu çok kısa bir süre.
Bize bunu anlatın: İşçiler, köylüler, esnaf, memur için ne vaadiniz var? Vaatlerinizi nasıl gerçekleştireceksiniz?
Adalet Bakanı Abdulhamit Gül, İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi'ndeki "parlamento simülasyonunda" bir konuşma yaptı ve hukuk öğrencilerine "aklınızı kiraya vermeyin" dedi.
Bu aklı keşke HSK Başkanı sıfatıyla hakim ve savcılara da verseydi diye aklımdan geçirdim.
Aklımdan geçirmekle yetindim, çünkü daha fazlasını beklemenin, Erdoğan rejiminde mümkün olamayacağını artık biliyoruz.
Bakan Gül'ün konuşmasında dikkat çekmek istediğim konu da başka zaten.
Gül, şunu söylüyor:
"Kürsüde kim ne söylerse söylesin ona tahammül edeceksiniz. Bunun adı demokrasidir."
Bu sözlerini okurken, Bakan Gül'ün demokrasi anlayışı biraz gerilerde kalmış diye düşündüm.
Hayır gençler, demokrasi başkasına "tahammül etme rejimi" değildir.
Birisine "tahammül ediyorsanız" bu bizim dilimizde "dayanmak, katlanmak" anlamına gelir.
Benim gibi düşünmeyen, benim gibi olmayanlara katlanmak, o insanlara karşı kendimizi daha üstün bir pozisyonda konumlandırdığımız anlamına gelir.
Tahammül etmek, hoş görmek gibi kavramlar "ben o kadar yüce gönüllüyüm ki sana katlanıyorum" anlamını içerirler.
Oysa benim bu toplumda var olmak ve bunun gereklerini yerine getirmek konusunda ne kadar hakkım varsa başkalarının da o kadar hakkı vardır.
Çağdaş toplumlarda, "tahammül etmek ya da hoş görüyle bakmak" gibi kavramların terk edilmiş olmasının nedeni budur.
Demokrasi, başkalarının varlığını ve farklılığını kabul etmek, o insanların varlığına ve haklarına saygı duymak rejimidir.
Otomobille Bursa'dan geçerken şehrin hayli dışında dev bir bina dikkat çeker.
Gerçek anlamda dev bir bina; Bursa Şehir Hastanesi.
Her geçişimde merak ederdim, hastalar bunca yolu nasıl, gelip gidiyorlar diye.
Hastane henüz hizmete girmeden önce merak etmiş ve öğrenmiştim; kent merkezine mesafesi 20 kilometreye yakın.
Doğal olarak kentin bazı bölgeleri daha uzak, bazı bölgeleri buna göre daha yakın.
Geçen gün de baktım, kent merkezinden bu hastaneye ulaşma süresi, benim baktığım saatte 25 dakika olarak görünüyordu.
Hastasınız, sizi özel aracıyla alıp götürecek kimseniz de yoksa, bu yolu toplu taşıma araçlarıyla gitmeniz gerekiyor.
Otobüs ile o mesafe ne kadar sürede gidilebiliyor, bilmiyorum.
Bursa Şehir Hastanesi'ni yeniden hatırlamama neden olan şey, eski bakan ve milletvekili AKP'li Faruk Çelik'in yaptığı bir konuşma oldu.
Bursalı Çelik şöyle diyor:
"Hastaneyi götürdüler ucube bir yere koydular. Şimdi tam 2 katrilyonluk ihale yapıyorlar demiryolunu hastaneye ulaştırmak için. Hastanenin maliyeti ne kadar? 1 milyar. Yapılacak yolun maliyeti ne kadar 2 milyar, yazık değil mi bu milletin iki milyar lirasını çarçur ediyorsun. Projelerin bir tanesi değil ki, hepsi yanlış yapılmış."
Bu AKP bürokrasisinin planlamadaki üstün başarısının bir sonucu.
Önce kuş uçmaz kervan geçmez bir yere dev bir hastane yapıyorsun, sonra da o hastanenin iki misli maliyetle hastaları hastaneye götürecek metro!
Kazananlar sadece müteahhitler oluyor; vatandaş her şart altında kaybediyor.
Almanların bizi kıskanmalarına neden olduğunu ileri sürdükleri İstanbul Havaalanı'nda da olduğu gibi.
Çok uzun yıllar kullanılabilecek, yepyeni bir havaalanını çürümeye terk ettiler, pistlerini kullanılmaz hale getirdiler ve birilerinin cepleri dolsun diye yeni bir havaalanı yaptılar.
Ama o havaalanına bir metro hattı yapmayı sonradan akıl ettiler.
Sonuç: Terminal binası öyle tasarlanmadığı için metro, havaalanına kadar gelemiyor. Yolcuları otobüsle ya da yürüyen yollarla metrodan alıp, terminal binasına getirecekler. Al sana bir ek maliyet daha!
Bugün çekilen ekonomik sıkıntıların bir nedeni de AKP'nin müteahhit zengin etmeye odaklı bu tür gösteriş ve göz boyama harcamaları.
İşte iki örnek: Plansızlığın, iş bilmezliğin, sadece kendi cebini düşünmenin anıtları bunlar!