Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, köşkleri, sarayları çok seviyor.
Ankara’da bin odalı sarayı var. İstanbul’da, Boğaz’da birinde çalışacağı, diğerinde geceleyeceği iki köşkü var. Gerçi bunlara da “saray” desek, mimarlar da, Türkçe uzmanları da bizi bu yüzden eleştirmez.
Bir yazlık saray Gökova’da Okluk Koyu’na inşa edildi.
Bir de senede bir gün Malazgirt Zaferi’ni kutlamak için kalacağı Bitlis’in Ahlat ilçesindeki (Geçen gün Van’a bağlamıştım, doğrusu Bitlis) köşk var.
Ben bunlara bir tane daha eklenmesini öneriyorum.
Hatta bu köşkün masraflarına vergilerim dışında da katkım olsun diye emekli maaşımın dörtte birlik bölümünü de bağışlayacağım, söz veriyorum.
Bu yazlık – kışlık köşkün Kaz Dağları’ndaki maden ocağına 30 – 40 kilometre çapındaki bir alan içinde yapılmasını öneriyorum.
Madem söz konusu altın madeni çevreyi kirletmiyor, insan sağlığına zararlı atıklar üretmiyor, Cumhurbaşkanımız bunu münafıkların gözünün içine sokabilmek için her sene bir hafta sonunu, torun torba orada geçirsin.
Bölge halkının gönlünü huzura kavuşturmak için kaldığı sürece bütün gıda maddelerini o çevreden temin etsin.
Hatta Emine Hanım, Ankara’daki sarayda olduğu gibi bu sarayın bahçesinde de biber, patlıcan yetiştirerek Saray’ın mutfak bütçesine katkıda bulunabilir.
Bir kampanya düzenlesek belki bu sarayı bütçeye yeni yük getirmeden halkın katkılarıyla da yapabiliriz.
Hem de badem kokulu bir diyarda! (Siyanür, badem gibi kokarmış.)
Ne dersiniz Sayın Cumhurbaşkanı?
***
Bu köşk önerisini yaptım ama Cumhurbaşkanı’nın bu öneriye yüz vermeyeceğini de adım gibi biliyorum.
Çünkü ne kendi sağlığını, ne çocuklarının sağlığını ne de torunlarının geleceğini böyle bir fantezi ile riske atmayacaktır.
Altın madeni demek, siyanür demektir.
Solumak durumunda kalırsanız bilmediniz 10 dakika sonra ruhunuza Fatiha okunur. Cilde temas yoluyla maruz kalırsanız biraz daha zamanınız olur, o kadar.
Kaz Dağları’ndaki altın, yüzeyden kazınan toprağın siyanürlü suda çözeltilmesi ile elde edilir.
Sonra da siyanürlü suyun işi biter, bunu bir havuzda toplarlar. Havuz dediysem bir gölet gibi düşünün.
Bakanlık, bu amaçla “yüzey sularının kullanılacağından, o da yetmezse bir barajın suyunun tahsis edileceğinden” söz ediyor ama siyanürlü suyun nerede toplanacağından, bunun yeraltına sızıp, toprağı ve yeraltı su kaynaklarını kullanılamaz hale getirmesinin nasıl önleneceğinden söz etmiyor.
Romanya, İspanya, Kırgızistan’da böyle kazalar oldu.
Siyanürlü atık su havuzlarından su sızdı, siyanür taşıyan tankerlerin karıştığı kazalar çevre felaketlerine neden oldu.
Bizim memlekette deprem çok oluyor, Kaz Dağları civarı da yaradılış sırasında “depremden muaf” tutulmamış.
Sorun sadece kesilen on binlerce ağaç nedeniyle bozulan ekolojik yapıdan ibaret değil.
Bu maden, bir tür saatli bomba olarak onlarca yıl evimizin yanında bekleyecek.
*
Bir de sorum var:
Bakanlık, çıkacak altının Türkiye ekonomisine katkısının büyüklüğünden filan da söz ediyor.
Dünyanın en zengin altın madenlerine sahip Kırgızistan’da da altın, Kanadalı maden şirketleri tarafından çıkarılıyor.
Soralım bakalım, yılda 20 ton 24 ayar altın üretilen 6 milyon nüfuslu Kırgızistan, neden hâlâ “dünyanın en fakir 50 ülkesi” listesinde 33. sırada?
***
Yatağan’da bir termik santral inşası yatırım programına alındığında gazeteciliğe yeni başlamıştım. 1975 yılıydı.
Yankı Dergisi’nde çalışıyordum, o günlerde “çevrecilik” pek bilinen bir şey değildi.
Ama santralin yaratacağı kirlilikten söz edildiğini hatırlıyorum.
Süleyman Demirel Başbakandı ve eleştirilere gülüp geçiyordu.
12 Eylül’den sonra Turgut Özal, Gökova’ya linyit ile çalışan bir termik santral kurulacağını açıkladığında artık önümüzde Yatağan örneği de vardı, çevre bilinci de gelişmişti.
Ama zamanın iktidarı bütün eleştirilere kulağını kapattı.
Dönemin Enerji Bakanı ANAP’lı Veysel Atasoy’un, çevre hassasiyeti olanları “istemezükçü” diye tanımladığını hatırlıyorum.
O günlerde çevreciler (bugün bildiğimiz anlamda çevreci bir hareket yoktu ama yine de bir bilinç alttan alta uyanıyordu) ne söylediyse aynen gerçekleşti.
Yatağan bölgesinin güzelim zeytinlikleri kurudu. Kanser, bölgenin tipik hastalıklarından biri haline geldi. Santrallerin yaktığı kömürlerin külleri havayı kirletmeye devam ediyor.
Kaç kişinin çevre kirliliği nedeniyle yakalandığı hastalıklar yüzünden öldüğünü, kaç kişinin hastalıklar yüzünden yaşam kalitesini kaybettiğini bilemiyoruz. Geçen gün T24'te arkadaşımız Damla Uğantaş'ın bu konuyla ilgili ilginç bir haberi yayımlandı.
Süleyman Demirel de Turgut Özal da artık hayatta değiller. Ama binlerce insan, o gün verdikleri kararların acı sonuçları ile yüz yüzeler.
İkisi de “ahiret hayatına ve hesap verileceğine” inanırdı, en azından biz öyle bilirdik.
Acaba o termik santraller nedeniyle yakalandıkları hastalıklardan ölenlerle karşılaşacaklar mı?
Kim bilir, bu konuda teolojik bir tartışmayı yürütecek bilgim yok.
Belki Recep Tayyip Erdoğan’ın her konuda olduğu gibi bu konuda da bir fikri vardır.
Ama bildiğim şey şu: Termik santrallerin neden olduğu çevre sorunları nedeniyle bugün Demirel ve Özal’ı hayır ile anmayan çok insan var. Bitkileri, böcekleri, kuşları, hayvanları saymıyorum bile.
30 yıl sonra bir başka gazeteci, Kaz Dağları’ndan altın çıkarma inadının yol açacağı bugünden belli felaketler yüzünden Erdoğan hakkında acaba ne yazacak?
30 yıl yaşarsak ve gözümüz hala görüyor olursa okur, öğreniriz.
Ama bugünden biliyorum ki hayır ile yad eden çok ama çok az olacak.