Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, MİT'in İstanbul'daki devasa binasının açılış töreninde konuşurken, şöyle bir söz söyledi:
"Merhum Abdülhamid Han'ın güçlü istihbarat ağı sayesinde ülkeyi pek çok badireden tek bir kurşun atmadan kurtardığı tarih kitaplarında uzun uzun anlatılır."
Bizim memleketin siyasal İslamcılarının bu hâllerine bayılıyorum.
Tarihi gerçeklermiş, olaylar öyle olmamış filan, umurlarında değil.
Ezberledikleri neyse, hangi makama gelirlerse gelsinler, aynı şeyi tekrarlayıp duruyorlar.
İleride siyasi tarih kitaplarında uzun uzun anlatılacak bir şey varsa o da bu siyasal İslamcı palavraların, nasıl olup da yetkili şahısların konuşma metinlerine sızdığı olacaktır.
Belli ki Cumhurbaşkanı'nın konuşmasını her kim yazdıysa, çocukluğunda anlatılan efsanelerin etkisini bir türlü üzerinden atamamış.
Sultan II. Abdülhamid'in 33 yıllık saltanatında Osmanlı İmparatorluğu'nun kaybettiği topraklar şunlar:
Tunus, Mısır, Kıbrıs, Sırbistan, Karadağ, Romanya, Bulgaristan, Teselya. Bosna Hersek'e iç işlerinde bağımsızlık, Girit ve Ermenistan'da ayrılmalarıyla sonuçlanacak ıslahat sözü. Rusya'ya 300 milyon Rublesi nakit, geri kalanı Kars, Ardahan, Artvin, Batum, Doğubayazıt, Eleşkirt ile ödenmek üzere 2 milyar 410 milyon Ruble savaş tazminatı.
Yakup Dedemin memleketi Manastır, Üsküp filan da o arada kaynayıp, giden topraklardan.
Bu da yetmedi, "Yeşilköy'e kadar gelen Rus ordularının anısına", bir de Ayastefanos Anıtı dikildi. Yıktırmak da 1914'te "İttihatçı" Enver Paşa'ya nasip oldu.
Merak ettim, Erdoğan, liseyi bitirene kadar Ayastefanos Anlaşması diye bir şeyin varlığından haberdar olmuş muydu? Olmadıysa, sınıfını nasıl geçmişti? Geçtiyse, bildiği bir gerçeğin tam tersini niye bizlere anlatıyor? Yoksa, İmam Hatiplerde başka bir tarih mi okutuluyor?
II. Abdülhamid'in döneminde Osmanlı İmparatorluğu'nun kaybettiği toprakların yüzölçümü 1 milyon 592 bin 806 kilometre kare tutuyor.
Bugünkü Türkiye'nin aşağı yukarı iki misli büyüklüğünde bir toprağa tekabül ediyor.
Ve bunlar tarih kitaplarında yazılı. II. Abdülhamid'in ardından uydurulmuş değil.
Bu toprakların kaybı ile ilgili anlaşmaların birer kopyası da hâlâ arşivlerde duruyor olmalı.
II. Abdülhamid'in, Cumhurbaşkanı'nın iddia ettiği gibi "ülkeyi bir kurşun atmadan çeşitli badirelerden kurtarmasından" vazgeçtim, bir kör kurşun atmadan teslim ettiği topraklar bugünkü Türkiye kadar, onu da söylemiş olayım.
Hayır, bu nedenle II. Abdülhamid'i eleştiriyor değilim.
II. Abdülhamid'i, kendi yaşadığı dönemin koşullarından bağımsız olarak değerlendirmek elbette mümkün değildir.
Osmanlı İmparatorluğu o kadar acze düşmüş ve üflesen yıkılacak haldeydi ki Abdülhamid değil, Fatih Sultan Mehmet olsaydı da o tarihte sonuç farklı olmazdı.
Bugünkü siyasal görüşlerimizle II. Abdülhamid'i eleştirmek ne kadar yanlış ise, böylesine övüp göklere çıkarmak da o kadar yanlıştır.
Tarihi, siyasi pozisyonumuz için bir kavga aracı olarak kullanmaktan vazgeçersek, öğretici dersler çıkarabiliriz.
O zaman, tarih de kendisini tekrar edecek ahmaklar bulamayacağı için, tekerrürden ibaret olmaz!
Bu tarihsel çarpıtma bir kenara, MİT binasını açarken Cumhurbaşkanı'nın aklına II. Abdülhamid'in jurnalcilerinin gelmesine kaç puan veriyorsunuz?
Özendiği şeye bakın: Hukuk yok, vatandaşların kaderi jurnalcilerin küçük not kâğıtlarına yazdığı istihbarata bağlı ve Erdoğan belli ki bunun hayalini kuruyor, özlemini içinde yaşatıyor.
II. Abdülhamid, içinde hayatını geçirdiği Saray'ın özel şartları nedeniyle paranoyaktı ve jurnalcilerden kurduğu istihbarat ağının amacı, II. Abdülhamid'i bir saray darbesinden korumaktı.
Her fırsatta gözyaşlarıyla şiirler okuyan Cumhurbaşkanı, Mehmet Akif Ersoy'un "İstibdat" şiirini hiç okumamış olabilir mi? Bir jurnal olayının Mehmet Akif'te yarattığı travma ile ilgili fikri var mı?
Konuşma metnini yazan Saray ehline ev ödevi veriyorum: Bu şiiri ezberlesin ve Cumhurbaşkanı'na da özetlesin. Zeki olduğu için basit bir özet ona yetecektir, onca işinin arasında uzun metinleri kafası kaldırmıyor doğal olarak.
Mademki bugün konumuz 'MİT binası'ndan açıldı, oradan devam edelim.
Bu bina yapıldığı için, çevredeki gökdelenlerde yabancılara daire satılamadığını duymuş muydunuz, bilmiyorum. Herhalde yukarıdan MİT binasını dikizlemesinler diyedir.
Ancak kiralamak serbest.
Nasrettin Hoca'nın türbesi misali yani.
MİT binasının güvenliği böyle sağlanmıyordur diye ümit etmek isterim.
Bu bir tarafa, bizimki gibi ülkelerde istihbarat örgütlerinin binaları büyüyor, görünürlükleri artıyorsa, durum demokrasi açısından pek parlak sayılmaz.
Ankara'da koca bir yerleşkesi varken bir benzerinin İstanbul'da olması tuhaf.
Alman istihbarat örgütü acaba kıskançlıktan orta yerinden çatlamış mıdır?
Tabii marifet bina yapmakla sınırlı kalmamalı.
Ne yazık ki MİT'in başındaki şahıs (adını herkes biliyor ama ben yazmam, ne olur, ne olmaz) çok önemli iki olayda bir çuval inciri berbat etti.
Birincisi Suriye.
Bugün memlekette 4 milyon Suriyeli göçmen varsa ve Türkiye boğazına kadar çamurun içine batmışsa, bunda -yeni düzenleme ile "MİT Başkanı" olarak tanımlanan- Müsteşar Bey'in de rolü olmalı.
Esad'ın öyle kolayına devrilip gitmeyeceğini, bunun üzerine inşa edilecek politikaların Türkiye açısından ciddi sorunlara yol açabileceğini istihbar edecek, zamanın Başbakanı'na politika oluştururken yararlanması için analizini sunacak kurum MİT'ten başkası değildi.
Üstelik Müsteşar, bütün bu süreçte Suriye'ye kim bilir kaç kere bizzat gitti!
Sınır komşumuzla ilgili açık istihbaratı değerlendirecek analizcilerinin olduğunu, rejimin kalbinden gizli bilgilere ulaşabilecek bir ağ kurmuş olduğunu da var saymalıyız.
Bunu bile varsayamıyorsak, bu binalar ne işe yarayacak?
İkincisi FETÖ darbe girişimi.
Müsteşar, kendisinin üç helikopterle bir grup asker tarafından kaçırılacağı istihbaratını alınca, Genel Kurmay Başkanı ile kafa kafaya verdi ve bunun bir "darbe girişimi" istihbaratı olduğu gerçeğini atladı!
Kim bilir, belki de kendisini kaçıracak askerlerin fidye isteyeceklerini, fidyeyi almayı başarırlarsa da bunu Hawai'de kızlarla yiyeceklerini aklından geçirmişti.
Böyle bir istihbaratı atlayan benim yönettiğim bir gazetedeki haber müdürü olsaydı, ona şöyle derdim: Tanıdığın bir gazeteci olsaydı da ona söyleseydin keşke!
Cumhurbaşkanı, bunu söylemedi, kendi bileceği iş.
Bununla da kalmadı. Cumhurbaşkanı'nı aradı, "uyuyor" dediler. "Kaçta uyanır, çok önemli, uyanınca haber verin mutlaka" demedi.
Herhalde "istihareye yatmış olmalı" diye düşünüp, uyandırılmasını da istemedi.
Onun yerine koruma müdürüne "bir şey olursa direnme imkânınız var mı" diye sordu, "var" yanıtını alınca, huzur içinde işine döndü.
Ne zannediyordu, merak ediyorum: Kendisini helikopterle kaçırmayı planlayanlar, jetler, helikopterler, tanklar, ağır silahlar ile Cumhurbaşkanı'nı hedef alırsa, koruma görevlileri ellerindeki hafif silahlarla buna karşı koyarlar diye mi düşünüyordu?
Tuhaf olduğunu kabul edin!
Cumhurbaşkanı'nı uyandırmaya kıyamayınca, dönüp Başbakan'ı da aramadı.
"Binali Bey de kim oluyor" diye elbette aklından geçirmemiştir ama bu zahmete girmedi.
Akşam üzeri bütün bu gerilim yaşanmamış gibi MİT binasına gitti, Diyanet İşleri Başkanı ve Suriyeli bir dini tarikatın başıyla yemeğe oturdu.
Bana inansın, bu kadar iştah, kendi sağlığına zarardır, onu da söylemiş olayım.
Eminim ki MİT Başkanı, o makama getirildiyse bazı vasıfları haizdir, sırf "bizim adamımızdır" diye öyle makamlarda durmak kolay değildir.
Ama bu iki büyük "ıska", üzülerek söylemeliyim ki emekli olsa da peşinden hep gelecek.