Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, bir kez daha "stokçuları" suçladı.
Bakanına talimat vermiş, stokçulara verilen cezalar arttırılacakmış.
"Hani başkanlık sistemine geçildikten sonra kanunları TBMM kendisi hazırlayacaktı" gibi saf bir soru sormayacağım tabii.
O konuyu geride bırakalı çok oldu, bugün Meclis'in hâlâ açık olduğuna, berberinin, lokantasının çalışır durumda olduğuna şükretme düzeyindeyiz.
Stokçuluğun, zaten İslam dininde de yeri yokmuş, bunu da bir kez daha tekrarlıyor.
Buradan da anlıyoruz ki Cumhurbaşkanı, Türkiye'de fiyatlar genel seviyesinin artmasının nedeninin "stokçuluk" olduğunu zannediyor.
Belli ki çevresindekilerden biri bile kendisine doğruyu söyleyecek cesarete sahip değil.
Haksız da sayılmazlar, Reis'in öfkesini üzerine çekip bu kış kıyamette işsiz kalmayı kim ister?
Ama ben söyleyebilirim.
Hem kızsa bile aramızdaki mesafe nedeniyle tokat yeme tehlikem yok. Hem de T24'e baskı yaparak beni işten attırması mümkün değil.
Onun için tane tane söyleyeceğim: Bugün özellikle tarım ürünlerinin fiyatlarından en son şikâyet etmesi gereken kişi bizzat kendisi.
Gübre fabrikalarını kapatıp, dövizle gübre ithal etmeye kalkınca böyle oluyor.
Traktörlerin, biçerdöverlerin, ürün boyutlama makinelerinin, değişik hasat makinelerinin de fiyatı dövize göre oynayan akaryakıt ile çalıştığını da hatırlatayım.
Keşke bir mucize gerçekleşse ve tezekle çalışan iş makineleri yapabilsek, bugünkü Türkiye tarımına daha uygun olur.
Türkiye'nin tarım üretimindeki tıkanmanın önemli nedenlerinden biri de çok parçalı tarla mülkiyeti konusu.
Tarımsal verimi arttıracak büyük ölçekli üretim yapılamıyor, çünkü miras yoluyla bölünerek küçülen tarlalar buna izin vermiyor.
20 yıldır iktidarda olup da bunu çözecek bir adım atılmamış olması Reis'in hanesine yazılacak bir "0" puan daha anlamına geliyor.
Ve zurnanın "zırt dediği yer": Çiftçiye ucuz kredi vererek, tarımsal üretimi artırma görevi verilmiş Ziraat Bankası, çiftçiye değil, Erdoğan'ın en çok sevdiği bir küçük grup müteahhide çalışıyor.
Pardon, tek sesli medya yaratmak için gazete – televizyon alacak, yandaşlığı yüksek maaşla ödüllendirecek gruplara verilen kredileri de unutmayalım.
Üstelik bunlar batık kredi, geri ödenip ödenmeyeceği de büyük bir sır. İktidar değişince öğreneceğiz acı gerçeği.
Pahalı girdiyle üretim yapmak zorunda kalan çiftçi, kamu bankasından da kredi alamayınca ne yapar?
Ya kahvede sobanın başında oturur, hiçbir şey ekmez. Ya da tüccardan "borç" alır ki tarlasını ekebilsin, bahçesini sürüp, gübrelesin.
Birinci seçenekte üretim düşer, fiyatlar daha hızla artar.
İkinci seçenekte tüccar verdiği borcun karşılığını ürün olarak tahsil eder, köylü boğaz tokluğu için tarhana çorbası pişirmeye evine giderken, ürün depoya kalkar, en uygun fiyatı bulacağı zamanı bekler.
Tüccarın finansman gücüne göre değişen bir süre için!
Tarım Kredi Kooperatifleri ve üretici birliklerinin böyle bir finansman sağlama gücü yoktur. Onun için en ufak bir aksamada traktörler haczedilir, tarlalar el değiştirir.
Her meslekte olduğu gibi tüccarın içinde de "milletin bilmem nesine koymak için fırsat kollayan" vardır; tıpkı beşli çete müteahhidi gibi!
Onları bir kenara ayıralım, bugün Türkiye'de tarımsal üretim hâlâ kör topal sürüyorsa bu biraz da köylü – tüccar ilişkisi sayesinde olur.
Öte yandan tarımsal üretim, esasen depolanması gereken bir üretimdir.
Şeker fabrikalarının ihtiyaç duyduğu pancar gibi ürünler hasattan hemen sonra işlenir ancak diğer ürünler depoya girer.
Çünkü hasat ile tüketim zamanlaması aynı değildir. Bütün patatesi toplayıp, 15 gün içinde yemeyiz. Soğanı da limonu da portakalı da!
Kirazı, elmayı filan "dalında dursun, ihtiyaca göre toplar satarız" diyemezsiniz. Dalında çürür.
Buğday gibi ürünler silolara girer. Devlet bile silo işletir, kupon arazilerini sattıkları için bunu biliyor olmalılar.
Domates, biber gibi ürünler de zamanında piyasaya çıkmazsa, depoya bile kalkamadan çürür. Onun için o üretimin planlanması daha hassas bir iştir. Tüccar ile çiftçinin iş birliğini gerektirir.
Eğer depoya giren her ürünü "stokçuluk" diye yargılar, cezalandırırsanız iki sene içinde yiyeceğimiz her ürünü ithal etmemiz gerekir.
Bunu da geçerken söylemiş olayım.
"Stokçu" diye tanımlayabileceğimiz düşük karakterli tüccarı cezalandırmak elbette gerekir.
Ama stokçuluğu kârlı hale getiren asıl nedenin ne olduğunu da aklımızda tutalım: Bu siyasi iradedir.
Tarımsal üretimi öncelemeyen, çitçiyi tüccara mahkûm eden, tarımsal verimi arttıracak önlemleri zamanında almayan, zirai kredi vermek için kurulmuş bankanın olanaklarını müteahhitlere ve yandaş yayıncılara aktaran siyasi irade!
Bu konuda da oklar bir kişiyi gösteriyor!
Dün metroda HAYTAP'ın astığı afişleri gördüm. Hayvanat bahçelerindeki hayvanlar için farkındalık yaratmayı amaçlayan afişler bunlar.
Afişteki fotoğrafta tonton bir boz ayı, bir hapishane hücresinde görülüyor.
Üzerinde şöyle bir yazı var: "O bir katil değil. Peki neden tutsak?"
Bu yazıyı yazmamın nedeni Türkçenin taciz edilmesinden duyduğum rahatsızlık.
Hem hayvanat bahçeleri konusunda dikkatinizi çekeyim hem de metroda milyonlarca kişinin gördüğü bir afişteki Türkçe hatasını düzelteyim diye düşündüm.
Önce şunu söylemeliyim ki hapishanelerdeki katiller, devletin tutsağı değil hükümlüsüdürler.
Yargılanırlar, suçlu bulunca da mahkûm edilirler. Hükümlü, hakkında mahkûmiyet kararı verilmiş kişi anlamına gelir.
Türkçe "tutsak" kelimesi, Arapçadaki "esaret" karşılığıdır. Günlük dilde her ikisini de kullanıyoruz. Savaşta düşman eline düşmek durumunu tarif eder.
Hayvanat bahçesinde, demir parmaklıkların ardına hapsedilmiş hayvanlar için "tutsak – esir" kelimelerini kullanabiliriz ancak katiller için kullanamayız.
Afiş hazırlayan grafiker arkadaşlar, gelecek sefer yanlarında bir sözlük de bulundursalar iyi olur diye düşündüm.