Damat Bakan'ın "görevden affedilmesinin" üzerinden tam üç ay geçti.
Üç aydır kendisinden bir haber alamıyoruz ama doğrusunu isterseniz bunun endişelenmemizi gerektirecek bir durum olmadığı kanaatindeyim.
Çünkü iktidardaki zihniyet her ne kadar ecdadımızın geleneklerine çok önem veriyor görünse de artık damatların "hallinde" geleneksel yöntemler kullanılmıyor.
Ancak damadın "rahat durmadığı" konusundaki kanaatim de giderek güçleniyor.
(Bu konudaki ilk kuşkumu, "Damat kaşımaya devam ediyor" (16 Kasım 2020) başlıklı yazımda belirtmiştim.)
Erdoğan, medyayı kendisine bağlama yolunda doludizgin ilerlerken, gazeteleri ve gazetecileri kontrol görevi damadın biraderindeydi.
Hangi haber hangi başlıkla verilecek, kim hangi gazetede yazacak, kim tv programlarına çağrılacak, hangi bakanın açıklamaları büyütülecek, hangisininki küçültülecek gibi konulara kadar yayılan bir görevdi bu.
Eski Hürriyet'i taklit eden gazetenin sayfalarının bile basılmadan önce onun onayından geçtiği iddia ediliyordu, günahı iddia edenlerin boynuna!
Hatta Trabzonlu olmalarından kaynaklanan nedenlerle, spor sayfalarındaki futbol ve hakem yorumcuları bile gözetim altındaydı.
Son günlerdeki dedikodulara bakılırsa damadın biraderi artık medyayı kontrol görevini boşlamış.
İnsanların ağzı torba değil ki büzesin, konuşuyorlar işte.
Ancak damadın bu işi çok boşlamadığı ile ilgili kuşkular yayılıyor.
Merkez Bankası Başkanı Naci Ağbal, Ocak ayının sonunda bu yılın ilk enflasyon değerlendirmesini yaparken ilginç bir olay yaşanmıştı, hatırlamıyor olabilirsiniz diye hatırlatacağım.
Damadın kontrolündeki Sabah gazetesinin Ankara Temsilcisi Okan Müderrisoğlu, o toplantıda bir soru sordu.
"Gazetecinin soru sormasının neresi tuhaf" demeyin, yandaş medyadaki beyler uzun süredir, sadece yazılıp ellerine verilen soruları soruyorlar.
Nitekim Müderrisoğlu da önceden yazılmış bir soruyu sordu ki soru sormaktan çok paralel bir basın toplantısı düzenledi bile denilebilir.
Okuduğu metin şu bileşik sorulardan oluşuyordu:
1 – Erdoğan'ın "yüksek faize karşıyım" dediğini hatırlatıp, yeni Merkez Bankası yönetiminin yüksek faizden ne anladığı?
2 – Hâlihazırdaki politika faizi oranlarının yüksek olduğunu düşünüp, düşünmediklerini.
3 – Yüksek faizin üretken kesimin kredi kaynaklarına erişiminde sıkıntı yarattığını.
4 – "Dolayısıyla biz, ameliyat iyi geçti ama hastayı kaybettik, durumuna düşebilir miyiz? Bu hassas dengeyi nasıl kuracaksınız?" sorusunu.
5 - Merkez Bankası'nın hep risklerden bahsettiği eleştirisinde bulunarak "Merkez Bankamızın, Türkiye ekonomisinin kazanımları ve geleceğe de daha umutlu bakmamıza imkan verecek bazı başlıklardaki tespit ve yaklaşımlarını da daha sonraki raporlarda görebilecek miyiz" sorusunu sordu.
Soru sormaktan çok "paralel basın toplantısı yaptı" dememin nedenini anlamışsınızdır.
Dün de T24'te Barış Soydan, Müderrisoğlu'nun bir yazısındaki imalara dikkat çekti.
Müderrisoğlu, Sabah'taki yazısında "küreselci" olmakla eleştirdiği iki akademisyenin Ankara'da Merkez Bankası ve TÜİK danışmanı pozisyonunda "sisteme girerek" ekonomi yönetiminde etkili olmaya başladığını öne sürüyordu.
Söz konusu akademisyenlerin "örtülü IMF izlenimi verdiğine" dikkat çekiyor ve öğrendikleri ilgileri yabancı yatırım bankalarıyla paylaştıkları ima ediyordu.
Bu, AKP medyasında görebileceğimiz bir tutum değil.
Belli ki Damat Bey, kontrolündeki gazete ve gazetecileri kullanarak, rakip gördüğü yeni ekonomi yönetimine muhalefet bayrağı açmış durumda.
Erdoğan, gazeteleri filan kendisi okumadığı için bu durumun kuşkusuz ki farkına varmayacak.
Ona gazetelerde yazılıp çizilenleri aktarmakla görevli olan Fahrettin Altun, eskiden içinde olduğu bu oluşumun yaptıklarını, Erdoğan'a rapor etmeyecektir diye düşünüyorum.
Altun söylemeyince de doğal olarak Erdoğan'ın bundan haberdar olması mümkün değil.
Biraz uzunca oldu bu yazı ama AKP iktidar eliti içindeki bu bölünme, Türkiye'deki siyasi dengeleri kuşku duymayınız ki CHP ya da İyi Parti'deki bölünmeden çok daha fazla etkiler.
Otoriter rejimler her zaman içlerinden çatlarlar ve gözlemlerimiz yanıltmıyorsa şu anda kılcal çatlaklar olarak teşhis edebildiğimiz bu durum, gelecekteki daha derin bir çatlağın ilk işaretleri olarak kayda geçmeli.
Yoksa işim dedikodu yapmak değil elbette.
"Düzeyli magazin" hiç diyemeyeceğim çünkü bu arkadaşların döneminde medyada düzey diye belirleyeceğimiz seviye, deniz seviyesinin hayli altında!
Evrensel Gazetesi yazarı Ayşen Şahin, önceki gece yarısı evine gelen polisler tarafından ifadesi alınmak üzere Emniyet Müdürlüğü'ne götürüldü. İfadesi alındıktan sonra sabah saatlerinde serbest bırakıldı.
Şahin'e yöneltilen suçlama sosyal medya paylaşımlarıyla halkı kin ve düşmanlığa tahrik etmek imiş.
"Polis bu kanaate nereden kapılmış" derseniz söyleyeyim: "Pelikan gelini" Hilal Kaplan "derhal tutuklanmasını" istemiş.
Gördüğünüz gibi emir büyük yerden gelince, polis ikiletmiyor.
"Nasıl bir rejimde yaşıyoruz" sorusunun canlı yanıtı bu tablo.
Bildiğiniz diktatörlüklerden bir iki tutam daha hallice diyebilirim çünkü adam gibi bir diktatörlük olsa gelip tutuklarlar, sabah bırakmazlardı.
Bu da "Türk işi" bir otoriter rejim işte!
Polisin böyle bir suçlamayla kaç kişiyi gözaltına aldığını istatistikler bile sayamaz.
Yani her polis şefi söz konusu kanunu biliyor olmalı.
"Yakın tehlike" kavramını da kavramış olmalılar ki burada kavrayışlarının kıt olduğu açıkça ortaya da çıkmış bulunuyor.
Bir gazeteciyi ya da bir insan hakları aktivistini, bir gece yarısı polis evinden alıp, mevcutlu olarak sorgulamaya götürüyorsa bunun bir tek amacı vardır: Göz dağı vermek, korkutmak, yıldırmak.
Çünkü polis de biliyor olmalı ki böyle bir suçtan kimse mahkûm olmaz.
Ayrıca bugüne kadar bu tür hak savunucularından, polis tarafından ifadeye çağrılıp da gitmeyen kaç kişi oldu ki polis gece yarısı ev basıyor?
"Yaptığınızdan utanın" diyeceğim ama utanma duygularının kalmadığını da biliyoruz.