Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, sosyal medyada "20 yıldır bu iktidar deprem için ne yaptı" diye soranlara, soruyla yanıt verdi:
"Depremi durdurma şansımız var mı?"
Cumhurbaşkanı öyle bir soru soruyor ki bir tek yanıtı var.
Zaten soruyu bilerek böyle soruyor, daha önce de bunun örneklerini vermişti, bu bir tesadüf değil.
Şöyle bir mantık yürütmemizi istiyor: Depremi durdurma olanağımız olmadığına göre kim bugünkü hükümeti, depremden dolayı sorumlu tutabilir?
Ve böyle düşünmemiz için bu soruyu sorduktan sonra, günün suçlusunu ilan etmeye sıra geliyor: Hükümeti sorumlu tutanlar "siyasi istismar yapıyorlar", sosyal medyada da zaten "insanı tahrik eden beter, berbat, ahlaksız mesajlar var"!
Erdoğan’ın düşünce sistematiği böyle: Allah’tan gelen bir dert var, hükümet bunu önleyemez. Bunun siyasetle de ilgisi yoktur, ilişki kuran istismarcıdır, zaten sosyal medyada da aşağılık tipler var!
Hayatta olup biten her şey siyasetle ilgilidir.
Bunun tersini söyleyenlere eskiden "elitist" derlerdi.
Şimdi öyle görünüyor ki memleketimizin siyasi İslamcıları da iktidarda geçirdikleri süre içinde, politikaya elitist bir bakış kazanmışlar.
Çünkü yaşadığımız gerçeği politika kurar.
Depremi önleyemeyiz ama depremde binaların yıkılmasını, insanların ölmesini önleyebiliriz.
Bu siyasetin, siyasetçinin işidir, iktidarda olanın görevidir.
Acı bu kadar tazeyken içimden Erdoğan ile çene yarıştırmak hiç gelmiyor.
Ama şunu hatırlatayım: "Kenar-ı Dicle’de bir kurt kapsa koyunu, gelir de adl-i ilâhi Ömer'den sorar onu!"
Hazar kıyısında deprem olunca da kayıplar nedeniyle hükümeti sorumlu tutmayacaksak kimi sorumlu tutacağız?
Türkiye deprem kuşağı üzerinde. Birçok kentimiz, kasabamız etkin fayların üzerinde kurulu.
Ve şunu da biliyoruz, bu kuvvette bir deprem Japonya’da olsaydı, muhtemelen kimse ölmemiş olacaktı.
Elazığ’ın biraz daha doğusunda, mesela İran’da yaşanmış olsaydı, ölü sayısı büyük olasılıkla binli rakamlarla ifade edilebilirdi.
Bu kuvvette bir deprem, bundan 30 - 40 yıl önce yine aynı bölgede gerçekleşmiş olsaydı ölü sayısını muhtemelen bine yakın olacaktı.
Yakın geçmişin deprem verileri bunu gösteriyor.
Yani diyeceğim şu ki gerçekte depreme hazırlık konusunda hiç bir şey yapılmamış da sayılmaz.
Gerçi amaç depremlere hazırlık yapmak olarak ortaya çıkmıyor ama sonucu böyle gerçekleşiyor.
Kentlerimizin bina stokları ortalama 20 - 25 yılda yenileniyor.
Bunu elbette binaları depreme dayanıklı hale getirmek için yapmıyoruz.
Esas amaç, artan kent nüfusu ve gelişen kent ekonomisi nedeniyle kent merkezlerindeki arsalardan rant yaratmak.
Tek katlı binalar yıkılıyor, yerine üç katlısı yapılıyor. Bir süre sonra üç katlılar yıkılıyor beş katlı binalar yapılıyor.
Belediye 7 kata izin verirse bu kez 5 katlılar yıkılıyor.
Bugün kentlerimizin merkezindeki eski mahallelerde, eski bina bulabilmek neredeyse mümkün değil. (Ben Malatya’da doğdum, çocukluğumun ilk 9 yılı Ankara’da ve sonrası Antalya’da geçti. Doğduğum da dahil olmak üzere çocukluğumu geçirdiğim hiçbir bina bugün ayakta değil. Hatta o mahallelerde çocukluğumdan tanıdığım bir tek bina bile yok. Gidip, gördüğüm için biliyorum.)
Bu süreçte, devletin deprem yönetmeliklerinde yaptığı değişiklikler dışında depreme yönelik özel bir hazırlık da olmuyor.
Devletin, belediyelerin "şu şu binalar depreme dayanıksız, bunları yıkıp, yerine de yenilerini yapıyoruz" dediği bina sayısı bütün memlekette 50 bin bile değil.
Ama eğrisi doğrusuna denk geliyor, binalar yenilendikçe depreme dayanıklılık da artıyor.
Elazığ depreminin, aynı güçteki Erzincan depremine göre daha az can kaybı ile neticelenmesinin (yaklaşık 20’de bir gibi görünüyor) tek nedeni bu.
Bir kez daha gördük ki devletin bu konuda hiçbir planı yokmuş, önerilen planlar da kabul edilmemiş.
Bir kez daha gördük ki belediyeler için "inşaat" demek, ruhsat harcı toplamak demek.
"Avanta fırsatı" görenlerin de az olmadığına iddiaya girerim.
Ve bir kez daha gördük ki vatandaşların, oturdukları binaların depreme dayanıklılığı ile ilgili bir meselesi, deprem gelip, binayı sallayıncaya kadar olmuyor.
Havuz gazetesinin dünkü birinci sayfasında 8 sütuna açılmış bir enkaz fotoğrafının üzerinde şu manşet vardı: Devlet - Millet El Ele.
Sanıyorum bu gazetenin uzunca bir süredir attığı en doğru manşet de buydu.
Niyetleri bu değildi elbette ama ben bu başlığı, "devlet ve milletin el ele vererek yarattığı fotoğraf" şeklinde okudum.
Devlet de, millet de deprem gerçekleşene kadar bilimin uyarılarına kulağını kapattığı için bu tür fotoğraflardan daha kaç tane göreceğiz, kim bilir?
Doğal Afet Sigortaları Kurumu (DASK), Zorunlu Deprem Sigortası'nı yapmak ve yönetmek amacıyla kurulan kamu kurumu.
17 Ağustos 1999 depreminin ardından kurulmuştu, hatırlarsınız.
Amaç, o tarihten sonra deprem nedeniyle yıkılan, hasar gören binaların genel bütçeye yük olmadan yeniden yapılmasını ya da tamir edilmelerini bu sigorta fonunda birikerek nemalandırılan paralarla gerçekleştirmekti.
Yani hesapta, Elazığ ve Malatya’da yıkılan binaları yeniden yapmak, hasar görenleri onarıp oturulabilir hale getirmek için artık kimseye ihtiyaç yok!
Yardım kampanyasına da gerek yok, bütçeden kaynak ayırmak da gerekmiyor, TOKİ’nin görev zararı yazması da!
DASK sitesine baktım, 2019 yılında poliçe adedi 9 milyon 490 bin adet.
Cumhurbaşkanlığı’nın 2020 Yıllık Programı’na göre ülkedeki konut sayısı 39 milyon 400 bin adet. Fabrika, işyeri vs. buna dahil değil.
Peki DASK zorunlu değil miydi? Zorunluydu.
Kanuna uymayıp, DASK primlerini ödemekten imtina edenlere ait binaları kim yapacak?
Şimdi buyurun size dört bilinmeyenli bir bilmece:
1 - Yasalara uymak kimin sorumluluğunda; 2 - Yasalara uyumu denetlemek kimin işi; 3 - Kanuna uyup DASK primi ödeyenler salak mı; 4 - Kanuna uymayanlar akıllı mı?