Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, Rusya Devlet Başkanı Putin ile telefonda görüştü ve “Afganistan’da yumuşak geçiş olmasını temenni etti.”
Yapılan açıklamaya göre, Erdoğan, Putin’e, Taliban’ın geçmişteki hatalarını tekrarlamamasının, tüm etnik gruplara yönelik kucaklayıcı bir anlayışla hareket etmesinin ve verdiği sözleri hayata geçirmesinin önemli olduğunu da söyledi.
Putin’in bu sözlerden etkilenerek Taliban yöneticilerini arayıp, “yumuşak geçin” talimatı verip, vermediğini bilmiyoruz.
Bildiğimiz şu ki Erdoğan’ın kendisinin balkon konuşmalarındaki “kucaklayıcı anlayışı”, merdivenlerden iner inmez unuttuğu, ancak konumuz bu değil.
Bir süredir Türk dış politikasının esrarengiz bir hedefi var: Kabil’deki Hamid Karzai Havaalanı’nı korumak!
Kabil’deki rejim devrilmeden önce buna belki bir anlam verebilmek mümkün olabilirdi.
Çünkü havaalanı, Taliban’a karşı korunacak ve uluslararası uçuşlara açık tutulacaktı.
Ancak artık Kabil’de Taliban var.
Ve Erdoğan, hâlâ havaalanını korumaya talip.
Biraz tuhaf bir durum: Türkiye, daha önce Taliban’a karşı korumayı planladığı havaalanını şimdi Taliban adına kime karşı koruyacak?
Reis’in bu konudaki kafa karışıklığını, karşısına sebilhane sürahisi gibi dizilmiş tiplere söylediği şu sözlerle kayda geçirmiştik.
“Amerika'nın çekilmesi sonrasında amacımız havalimanının emniyetini temin ederek bu ülkenin güvenliğine katkı sağlamaktı. Bu niyetimiz halen bakidir. Türkiye'nin Afganistan'daki askeri varlığı yeni yönetimin de uluslararası alanda elini güçlendirecek ve işini de kolaylaştıracaktır. Mesele, öncelikle Afgan makamlarıyla bir anlayış birliğine varmaktır. Farklı seçenekler üzerinde konuşabiliriz. Örneğin Libya’daki gibi ikili bir anlaşmayla da bunu çözebiliriz. Bu Taliban olabilir, daha önceki gibi mevcut yönetim olabilir. Bunların hepsiyle bizim dostluğumuz, arkadaşlığımız var. Bunun içerisinde Abdullah Abdullah bakidir, aynı şekilde şu anda ülkesinden ayrılmış olan başkan yine bunlardan bir tanesidir. Dolayısıyla hiçbir zaman kopmadık, kopmayız. Şu anda farklı tarafta kalmış olan arkadaşlarımız da yine bunların içerisindedir. Örneğin Burhaneddin Rabbani'nin oğlu gibi.”
Minareden at beni, in aşağıya tut beni!
Birbiri ardı sıra söylediği bu cümlelerde, hem yeni yönetimin elini güçlendirmekten söz ediyor, hem eski yöneticiler ve isyancı gruplarla ikili anlaşmalar yapabileceğinden.
Bu nasıl bir vizyon?
ABD’nin Afganistan’dan çekileceğinin açıklanmasından beri bizimkilerin bir havaalanı sevdasıdır gidiyor.
Oradaki 600 askerimizin havaalanını koruması için ABD ile para pazarlığı yaparken bir de baktık ki Taliban Kabil’e girmiş bile.
Ve durumu kökünden değiştiren bu tablo bile Erdoğan’ın siyasetini değiştirmesine yetmiyor.
Afganistan’daki bir havaalanını korumak, Türkiye’nin ulusal ve uluslararası çıkarları açısından nasıl bir anlam ifade ediyor, bilmiyoruz.
Eğer gerçekten önemli bir anlamı vardıysa, niye ABD ile para pazarlığına oturdunuz?
Türkiye’nin çıkarları söz konusuysa, para pazarlığının ne âlemi vardı?
Bu iş Devlet Bahçeli’nin iddia ettiği gibi T.C. için bir beka meselesiyse, 600 asker yeter mi?
* * *
Dün Sakarya Savaşı’nın 100. yıl dönümü idi.
22 Ağustos 1921 günü başlayan ve 13 Eylül 1921 günü biten savaş, Halil İnalcık gibi tarihçiler tarafından Türklerin Anadolu’daki tarihi açısından Malazgirt Savaşı’ndan daha önemli ve büyük olarak nitelendirilmişti.
Malazgirt için kendisine köşk bile yaptıran Cumhurbaşkanı’nın, bu savaşın 100. yılı için ne söylediğini merak ettim ama heyhat! Tık yok.
Bu yazıyı yazarken Cumhurbaşkanlığı internet sitesine tekrar baktım; son giriş Erdoğan’ın Cuma günü cami kapısındaki basın toplantısı ile ilgili olarak yapılmış.
Ondan sonra belli ki CB İletişim Başkanlığı görevlileri de tatile çıkmışlar.
Her konuda bir fikri olan Erdoğan’ın Sakarya Savaşı ile ilgili bir fikrinin olmaması aslında hiç yeni ve ilginç bir buluş sayılmaz.
Erdoğan’ın bu konudaki karmaşık duygularını anlayabiliyorum.
Savaşın 100. yılını anıp da Mustafa Kemal Atatürk’ten söz etmemek olmaz.
Ama “şahsı” da bundan hiç hoşlanmıyor.
Etiyopya Başbakanı’nın Atatürk ile ilgili övücü sözlerinin Saray’da sansürlenmesinin ve suçun bir çevirmenin sırtına yıkılmasının nedeni de bu.
Açıkça söylemiyorlar tabii ama memleketimizin Siyasal İslamcılarının, “savaşı keşke Yunan kazansaydı” noktasına bile geldiklerini biliyoruz.
Erdoğan’ın, bu sözün sahibi Fesli Kadir’i tarihçi zannettiği ve çok itibar ettiği de bir başka gerçek.
Fesli’den farkları, onun kadar açık sözlü olmamaları. Hepsi Dürrizade’nin cüppesinin altından çıktılar çünkü.
Onun için Erdoğan’ın Sakarya Savaşı’nın 100. yıl dönümünü sessizlikle geçiştirmesi beni şaşırtmadı.
Ama insan hiç olmazsa şehitlerin ruhuna bir Fatiha olsun okumaz mı?
* * *
Sayıştay’ın üniversite hastaneleri ile ilgili incelemesinin sonuçları dehşet verici bir soygunu haber veriyor.
Hazal Ocak’ın Cumhuriyet’teki haberine göre bazı kanser ilaçlarının Türkiye’ye gümrükten giriş fiyatıyla, hastanelere satış fiyatı arasında yüzde 4500’ü geçen farklar var.
Örneğin Ninlaro adlı bir ilaç gümrükten 468,56 liraya Türkiye’ye girmiş ama 21 bin 963 lira 29 kuruştan satılmasına izin verilmiş.
Sarf malzemelerinde de ayrı durum geçerli.
Örneğin kalp pili 2 bin 36 lira 79 kuruş ile 2 bin 443 lira 11 kuruş arası fiyattan Türkiye’ye giriyor ama hastaneler bu pili en az 11 bin 162 lira 80 kuruş ile 14 bin 391 lira 28 kuruştan alabiliyor.
İlaçların hastanelere en çok kaç liraya satılabileceğine karar veren merci Sağlık Bakanlığı.
Ve sürpriz: Üniversitelere bu fiyattan satılan ilaç ve sarf malzemelerinin yüzde 90’ı aynı şirket tarafından ithal edilmiş.
Belli ki tezgâh kurulmuş, dini bütün bir AKP’li kardeşimizin şirketi, bu fahiş karları elde etmiş.
Bu tür işler “küçük memur işi” değildir.
Böyle büyük çaplı vurgunların, sebeplenenleri de büyük olur.
Büyük hırsızlıkların koruyucuları da ona göre büyük oluyor tabii.
Savcılık, elbette Sayıştay’ın bu raporunu ihbar kabul edilip “inceleme, soruşturma” başlatmayacak.
Çünkü şu anda savcılarımız için mesela vatandaşların sosyal medya mesajlarında ne yazdıkları daha önemli.
Ama iktidar değiştiğinde tıpkı İstanbul ve Ankara Belediyeleri’nin nasıl soyulduklarını öğrendiğimiz gibi bu işlerden kimlerin zıkkımlandıklarını da öğreneceğiz.
O gün geldiğinde, dosyaları sumen altına atacak bir Süleyman Soylu da bulamayacaklar tabii.