Dün bir okuyucumdan şöyle bir not aldım:
"Elazığ depremi için yapılan organizasyona gücümüz yettiğince katıldık ama içimizde hep bir şüphe var. Bunu da iç ederler mi diye. Versen bir şüphe, vermesen vicdanımız rahat etmiyor."
Böyle düşünenlerin sayısının yardım edenlerin sayısına neredeyse eşit olduğuna iddiaya girerim.
Acun Ilıcalı bence muazzam bir iş yaptı ve televizyon kanalında gerçekleştirdiği kampanya ile depremzedeler için 73 milyon lira bağış topladı. (Bu sayının daha da artabileceği söyleniyor, benim bu yazıyı yazdığım saatteki sayı buydu.)
Ilıcalı, kampanyaya 20 bin lira katkıda bulunan İçişleri Bakanı’na şöyle dedi:
"Sizden de bir ricam var. Bu akşamki kampanyadaki önemli miktarı, ki sizin bazı şeyleri yapacağınızdan asla bir şüphem yok ama depremzedelerin şartlarının daha iyi olmasına kullanılmasını rica ediyoruz."
Acun Ilıcalı’yı bu sözleri söylediği için "paranoyak olmakla" suçlayabilir miyiz?
Hayır, suçlayamayız çünkü söylediği şey aslında yardım yapan herkesin aklından geçirdiği bir şey.
Ve dikkatinizi çekerim ki yardımın "tümünün" değil, "önemli miktarının" depremzedelerin şartlarının iyileştirilmesi için kullanılmasını rica ediyor.
Çünkü açıkça söylemese bile yılların tecrübesiyle biliyor ki yardımın tümü hedefine ulaşamayacak.
Siyasi tutumlarımızdan, dünya görüşlerimizden bağımsız olarak biz Türkler, okuyucumun ya da Acun Ilıcalı’nın sözünü ettiği gibi, yaptığımız yardımların yerine ulaşıp ulaşmadığından genellikle şüphe ederiz.
Rahmetli Yakup dedem, Cuma namazının ardından cebindeki paranın bir bölümünü "cami yaptırma, yaşatma derneği" adına cami çıkışına konulmuş mukavva kutuya atar, sonra da bana döner "bakalım ne kadarı camiye gidecek" derdi.
Paranın toplandığı şey bazen bir torba olurdu, bazen bir kutu. Aslında sadece bu bile kuşku duyması için yeterliydi.
Bir yandan yaptığı yardımın asıl amacına uygun kullanılmayacağına ilişkin kuvvetli bir kuşku duyar, diğer yandan kısıtlı bütçesiyle yapabileceği yardımı kutuya atmaktan da imtina etmezdi.
Türkiye’de, "düşük güven toplumunda" yaşıyoruz.
Onun için de hep "uyanık" olmak zorunda hissediyoruz.
Bu durduk yerde olmuyor tabii. Memleketin havası ve suyunun kimyasal bileşimi de buna yol açmıyor.
Bu çok uzun yıllardır süregelen ve toplumsal genetiğimize artık kazınmış bir durum.
Psikososyal sorunumuz esasen kamu yönetiminin şeffaf olmamasından kaynaklanıyor.
AKP’li okuyucularımın hemen gerilmesine gerek yok, bu yeni bir şey değil.
Ama hepimizin gerilmesi için çok neden var çünkü bu önlenebilir, tedavi edilebilir bir sorun.
Dün kamu maliyesinin şeffaflığı üzerine yazmıştım. Sorunun tedavisi şeffaflık ve hesap verebilir olmaktır.
İktidar partisinin ileri gelenleri "hesap verebilir olmak" denilince kendilerini bir mahkemede, hakim karşısında görecekleri duygusuna kapılmasınlar.
Mesela bu deprem yardımları konusunda "hesap verebilir olmak" şöyle olur:
Depremden doğan zararların karşılanması için ne tür politikalar uygulanacak? Belli zaman aralıkları içinde ulaşılmak istenen hedefler nelerdir? Toplanan yardımların, bu hedeflere uygun olarak harcandığına ilişkin bilginin halka düzenli, güvenilir ve anlaşılabilir şekilde aktarılması nasıl sağlanacak?
Halk adına iktidarları denetleyecek özgür basının ve sivil toplum kuruluşlarının gerçekleştirilecek projelerle ilgili bilgilere ulaşmasının yolları açık olacak mı?
Üzülerek söylemeliyim ki bunların gerçekleşeceğine ilişkin her hangi bir ümidim yok.
Tek adam hakimiyetindeki tek parti yönetimlerinde, idare dünyanın hiç bir yerinde şeffaf olamaz zaten, bu sefer de olamayacak.
Bakın daha 15 Temmuz şehit ve gazilerine yardım için halktan toplanan 398 milyon liranın akıbetini bile bilmiyoruz.
Beşiktaş’taki terör saldırısında şehit düşen ve yaralanan polis memurları için düzenlenen yardım kampanyasında halkın topladığı 52 milyon liranın nerede olduğunu da bilmiyoruz.
İlgili bakan vakıf kurulacağını, paranın vakfa aktarılacağını, o güne kadar paranın nemalandırıldığını filan açıklıyor da ortada yine de koca bir soru işareti duruyor.
Para nerede nemalandırıldı, şu anda kaç lira oldu? Daha çok değer kazanabileceği alternatifler söz konusu olabilir miydi?
Niye bir vakıf kurulması gerekli görülüyor? Bu vakfın mütevelli heyetinde kimler yer alacak? Bunlar maaş, ödenek, hakkı huzur vs. alacak mı?
Vakfın genel giderleri ve yönetim kadrosunun maaş vs. gibi giderleri nereden karşılanacak?
Bu vakıf, eline birikimli olarak aktarılacak bu yardım paralarını, nerede, nasıl değerlendirecek ki şehit yakınlarına ve gazilere kesintisiz bir yardım sürdürülebilsin?
Bu soruların hiçbirinin yanıtını bilmiyoruz.
Tıpkı bundan önceki yardım kampanyalarında toplanan paraların akıbetinin ne olduğunu açık kaynaklardan öğrenemediğimiz gibi!
Onun için kimse halkı "güvensiz" diye suçlamasın.
Önce idare şeffaf olmayı içine sindirebilsin ki vatandaş da gönül huzuruyla yardım edebilsin, yaptığı ve yapacağı yardımın, ihtiyaç sahiplerine ulaştığından emin olabilsin.
Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın Türk - Alman Üniversitesi’nin açılış töreninde yaptığı bir konuşmayı not etmiştim.
Havuz gazetesinin aktardığına göre Erdoğan, uluslararası topluma şöyle seslenmiş:
"Suriye’deki hatanıza Libya’da düşmeyin!"
Acaba "uluslararası toplum" da bir konuşma yapma olanağı bulsa Erdoğan’a şöyle seslenir mi?
"Suriye’deki hatanıza, Libya’da düşmeyin!"