AKP Sözcüsü Ömer Çelik, Enes Kara'nın ölümünün ardından sosyal medyada şu mesajı paylaştı:
"Yüreğimiz yandı. Enes Kara kardeşimizin yakınlarının ve sevenlerinin acısını yürekten paylaşıyoruz. Gencecik bir insanın ölümü üzerinden kindar bir dille kavga, ideolojik hesaplaşma ve ayrışma üretenlerin yaptığı şey asla kabul edilemez ve ahlaki değildir. Her ölüm insanı kendi ruhuyla yüzleştirmelidir. Bu büyük imtihandır. Hayatını kaybedenin acısı bizi buna götürmelidir. Ölüm üzerinden bile ayrışma üretenler, ideolojik egolarının kavgasını bir kenara bırakmalıdır."
Ne güzel yazmış, değil mi? Kim itiraz edebilir?
Acaba sözcüsü olduğu partinin Genel Başkanı Recep Tayyip Erdoğan da bunu okumuş mudur diye merak ettim.
Biliyorum okuma eylemiyle başı hoş değil ama sonuç olarak 140 karakterlik bir metin bu. Okurken insanın uykusu gelmez.
Okuduysa, çocuk yaşta ölen Berkin Elvan'ın annesini meydanlarda taraftarlarına yuhalattığı için mahcup olmuş mudur?
Yoksa "çağırın şu Ömer'i, nasıl konuşuyor böyle" mi demiştir?
Ya Kobani eylemlerinde hayatlarını kaybedenler?
AKP Genel Başkanı'nın açıklamalarına, konuşmalarına bakarsak Kobani eylemlerinde ölenler sadece Yasin Börü ve arkadaşları.
Olaylarda 51 kişi ölmüştü. 26'sı HDP'ye, 9'u Hüda Par'a yakındı. İki kişinin milliyetçi gruplarla birlikte olduğu biliniyordu.
Yedi kişi eylemlerde yer almadıkları halde hayatlarını kaybetti. Serseri kurşunla ya da gaz bombalarıyla.
Olayların en küçük kurbanı, 8 yaşındaki Rojavalı Beşir Remezan Arif, sınırda askerler tarafından vurulmuştu.
Olaylar sırasında 2 polis ve üç devlet memuru şehit oldu. 3 PKK militanı operasyon sırasında öldürüldü. 2 kişinin ise yakın oldukları gruplar bilinmiyor.
Hayatını kaybeden 51 kişinin 16'sı polis ve askerler tarafından, beşi ise korucular tarafından öldürüldü.
Sokak çatışmaları sırasında 11 kişi PKK sempatizanları veya HDP/DBP gruplarıyla birlikte sokağa çıkmış olan kişiler tarafından, beşi Hizbullah sempatizanları veya Hüda-Par üyeleri, dördü ise milliyetçi gruplara yakın kişiler tarafından öldürülmüştü.
Ama Erdoğan'ın ağzından sadece Yasin Börü'yü duyduk.
Ne demişti Ömer Çelik: "Ölüm üzerinden bile ayrışma üretenler, ideolojik egolarının kavgasını bir kenara bırakmalıdır."
Ne dersiniz, Erdoğan, Çelik'e kızmış mıdır?
Yoksa AKP'nin böyle iki yüzlü bir parti olduğunu mu varsaymalıyız?
Mübarek Cuma Soruları'nın 19. haftasını, Süleyman Soylu ile açacağız.
Yetkili makamlarda bulunanların dedikodu yapma adeti artık sıkıntı verici boyutlara ulaştı.
Mahalle kahvesinde konuşur gibi konuşuyorlar ve böylece politika yaptıklarını zannediyorlar.
Bu dedikoducu tiplerden biri de İçişleri Bakanı Süleyman Soylu.
Ağzına geleni söylüyor ama kendisinin İçişleri Bakanlığı koltuğunda oturduğunun farkında bile değil gibi.
Oysa o makam, dedikoduyu hiç kaldırmayacak bir makam.
En son olarak da "bazı gazetecilerin İstanbul Büyükşehir Belediyesi'nden maaş aldıklarını" iddia etti.
Bu adet ile AKP belediyeleri yüzünden tanıştık.
"Mesleğimize bulaştı" mı deseydim acaba?
Her gün gazetelerde köşesini gördüğünüz, televizyonlarda programlara çıkan ve kendisine gazeteci süsü veren bazı tipler maaşlarının bir bölümünü belediyelerden ya da kamu kuruluşlarından aldılar ki yazdıkları, ekrana çıktıkları kuruma yük olmasınlar.
Milletin kesesinden yandaş medya beslendi.
CHP'li belediyelerin de böyle marifetleri var mı, bilmiyorum. Ama olma ihtimalini küçümsemiyorum da.
Ancak İçişleri Bakanı, bunun dedikodusunu yapacak durumda değildir.
Kimlerin maaş aldığını biliyorsa, isimleriyle açıklamalıdır ki mesleğimizin mensuplarının tümü töhmet altında kalmasın.
İsimleri bilmiyor, kulaktan dolma bilgilerle dedikodu yapıyorsa de makamından utanmalıdır.
Gerçi utanma duygusu kalmış mıdır, onu da merak etmiyor değilim.
Çünkü utanma duygusu kalmış olsaydı, mafyanın maaşa bağladığını bizzat açıkladığı politikacıyı açıklardı.
O politikacının ismini, derdest bir soruşturma dosyasından öğrendiğini biliyoruz. Ankara Cumhuriyet başsavcısı da biliyor olmalı.
Ama belli ki bu politikacı AKP ya da MHP'li, onun için adını sır gibi saklamaya devam ediyorlar ama dedikodusunu yapmaktan da geri durmuyorlar.
Bakan Soylu'nun Sezgin Baran Korkmaz ile ilişkisi de hâlâ yanıt bekliyor.
Bir gazeteci müsveddesi, Soylu ile Korkmaz'ı buluşturmak için 10 milyon Euro istemişti.
Bu parayı kimler aralarında paylaşacaklardı? Bakan'ın bu işten haberi var mıydı? Ankara'da, iş sahiplerini, iş bitiriciler ile görüştürmek için böyle komisyonlar almak yaygın bir uygulamaya mı döndü?
Soylu, Korkmaz ile makam odasında neden, hangi konuyu görüştü? Korkmaz'ın bazı alacaklarının sildirilmesi konusu bu buluşmanın gündeminde miydi? Bir İçişleri Bakanı, yurtdışına kaçmasından hemen önce bir iş adamı ile niye görüşür, ne konuşur?
Öte yandan Bakan Soylu, İstanbul Belediyesi'ndeki yolsuzluklar ile ilgili dosyaları, "inceleteceğim" diyerek belediyeden zorla aldı ve bir yere kilitledi.
O dosyalar nerede?
Hırsızları yakalayacak bakanlığın başındaki Bakan, kimi, hangi hırsızı koruyor?
O dosyalar savcılıklara ne zaman gönderilecek?
Sezgin Baran Korkmaz'ın mal varlıkları üzerindeki tedbiri, olmayan bir MASAK raporunu gerekçe göstererek kaldırtan savcı, neden taltif edilerek Adalet Bakanı Yardımcısı yapıldı?
Savcı'yı bu yola iten müşevvik neydi? Hâkim, nasıl oldu da MASAK raporunun orijinalini görmeden, savcının isteğini yerine getirdi? Bu işe de üç harfliler mi karıştı?
Bu soruyu soruyorum, çünkü edindiğim izlenim CHP'nin, bazı dış politika meselelerinde AKP'nin kuyruğundan ayrılmıyor olması.
Önceki gün TBMM'de, Kazakistan ile ilgili olarak bir ortak bildiri yayımlandı.
Bildirinin imzacıları AKP, CHP, İyi Parti ve MHP.
Bildirideki şu cümleye bakalım:
"Kazakistan halkının sağduyusu ve yönetimin dirayetli tutumu sayesinde olayların yatışmaya ve ülkede durumun normale dönmeye başlamasından memnuniyet duyuyoruz."
Rus askerlerini ülkeye davet edip, kendi vatandaşlarını uyarısız kurşunlatmak, öldürmek ve 10 binden fazlasını tutuklamak, CHP'nin durduğu yerden bakıldığında "yönetimin dirayetli tutumu" olarak mı görülüyor?
Bildiriden bir cümle daha:
"Olaylarda vefat eden Kazak kardeşlerimize Allah'tan rahmet, kederli yakınlarına başsağlığı ve sabır, yaralananlara acil şifalar diliyoruz. İnsan hayatını tehlikeye atan, kamu düzenini bozan ve mala zarar veren şiddet eylemlerini kınıyoruz."
Kazakistan'daki gösterilerde, insan hayatını tehlikeye atan, kitleleri şiddete yönelten neydi?
Olayların böyle tırmanmasında, yönetimin, protestoları şiddetle bastırmaya girişmesinin rolü neydi?
Yoksa, bilim kurgu filmlerindeki gibi bilinmeyen bir virüsün Kazak halkına bulaşarak, onları şiddete yönelttiğini mi düşünüyor CHP?
AKP ve MHP'nin, bu olaylarda ezilen Kazak halkını değil, Kazak diktatörünü kollamalarının nedenlerini anlayabiliriz.
İyi Parti'nin ideolojik bagajını da kabul edebiliriz.
Kendisini "sosyal demokrat" diye konumlayan bir parti, böyle bir bildirinin altına imza atar mı?
Elbette, Türkiye'nin ulusal çıkarları, Kazakistan ile ilişkiyi kesmeyi, Erdoğan'ın Mısır ve Suriye'de izlendiğine benzer bir politikaya yönelmesini gerektirmiyor.
Ama diktatöre karşı isyan etmiş bir halkın, yabancı askerlere kurşunlatılmasını "dirayetli tutum" diye nitelemek ve "memnuniyetle karşılamak" da herhalde gerekmiyor.