Binali Yıldırım’ın İstanbul’da AKP-MHP cephesi adına Büyükşehir Belediye Başkanı adayı olması kesin gibi görünüyor. Ve bu aynı zamanda AKP tarihi açısından ilk kez gerçekleşecek bir duruma da işaret ediyor. Aslında birçok 'ilk' var bu olayda.
Bu ilkler, aynı zamanda resmin bütününde de bazı önemli değişikliklere işaret ediyor:
Siyasette en güçsüz döneminizin, gücünüzün zirvesinde olduğunuz dönem olduğu söylenir. “Her çıkışın bir inişi vardır” önermesinden varılmış bir yargı bu. Zirvede bulunduğunuz nokta, aynı zamanda zirveden inmeye başlangıç noktanızı da oluşturur. Recep Tayyip Erdoğan’ı bugüne kadar tanıdığımız siyasilerden farklı kılan en önemli özelliği, iktidarda kalma konusundaki tutkusu ve kararlılığıydı. Bu özelliğe sahip olduğu içindir ki Binali Yıldırım ile 'pazarlık yapıyor' görüntüsü umurunda bile değil. Ama unuttuğu şey şu ki, siyasette bir kez bu yol açıldı mı, o yoldan geçmeye çalışan çok insan olacaktır.
Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, İstanbul’daki İSEDAK (İslam İşbirliği Teşkilatı Ekonomik ve Ticari İşbirliği Daimi Komitesi) toplantısında yaptığı konuşmada şunu söyledi:
“Vatandaşlarımızın Kudüs'ü ziyaretlerini teşvik ederek, işgalcilerin Kudüs'ün kandillerini söndürmesine önce biz engel olacağız.”
Kudüs, benim açımdan da 'görülmeye değer' yerlerin başında geliyor. Mimarisi, etnik ve dini kimliği ile büyüleyici bir kent ve semavi dinlerin hepsi için de kutsal mekanları barındırıyor. Yani bana da soracak olursanız, ben de “Kudüs’e gidin” derim ama buna Cumhurbaşkanı’nın önerdiği türden siyasi bir gerekçe uydurmaktan da kaçınırım. Çünkü, bu kent silahsız insanlara karşı şiddet uygulamayı meşru gören bir siyasi anlayışın yönettiği İsrail’in egemenliği altında. “Cumhurbaşkanı bize görev verdi, kandilleri söndürmeyeceğiz” demenizi de önermem. Mavi Marmara gemisi yola çıkarken siyasi iktidar olarak arkasındaydı ama sonra “Devrin Başbakanına mı sordular giderken” demekten de kaçınmadı. Bunu aklınızda tutmanızı öneririm.
Dün bu köşede “Hayır, siyasi değil, hukuki” başlıklı bir yazım yayınlandı. Yazıyı, Cumhurbaşkanı Başdanışmanı Mehmet Uçum’un, Selahattin Demirtaş hakkındaki AİHM kararı üzerine yaptığı bir değerlendirmenin, Hürriyet gazetesine yansıyan bölümü üzerine yazmıştım. Mehmet Uçum, dün bana değerlendirmesinin tamamını yolladı. Sekiz sayfalık hukuki-siyasi bir değerlendirmenin bir gazete haberine yansımasından kaynaklanan eksiklikler doğal olarak var ve o eksiklikler benim yaptığım yorumdaki ana düşüncemi değiştirmese de okuyucularımın Uçum’un analizi hakkında yanılmaları sonucunu yaratabilir. O nedenle Uçum’un bu analizini bu bağlantıdan okuyabilirsiniz. Uçum’un analizinde belirttiği gibi AİHM, Demirtaş’ın başvurusu ile ilgili olarak birçok noktada Türkiye’yi haklı buluyor. Tutuklanmasında makul şüphe bulunması, dosyasına erişimde bir sıkıntı yaşamamış olması gibi konularda. Ancak tutukluluk halinin devamı ile ilgili olarak mahkeme kararının standart gerekçelerle reddedilmesini uygun bulmuyor. Bu nedenle tutuklu kaldığı için TBMM çalışmalarına katılamamasını siyasi haklarını kullanmasının engellenmesi olarak yorumluyor. Dünkü yazımda da dikkat çektiğim gibi mahkemelerimiz, sıradan adli davalarda tutuksuz yargılama konusunda yasaların çizdiği çerçevede rahatça kararlar verebilirlerken, bu tür davalarda tutuklu yargılamayı tercih ediyorlar. Ve benim 'siyasi' bulduğum şey de esasen budur. Mahkemelerimiz siyasetten etkileniyorlar, HSK siyasi etkilenimlere açık bir kurum ve bütün siyasi davalarda mahkemelerin böyle davranıyor olmaları da bir tesadüf olmamalı.