AKP Genel Başkanı Recep Tayyip Erdoğan, Tank Palet Fabrikası’nın Katar’a (bir iddiaya göre) satılması, (bir iddiaya göre) kiralanması hakkındaki sözleri üzerine CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu’na 250 bin lira tutarında tazminat davası açtı.
Bizim hukukumuzda manevi-maddi tazminatların zenginleştirici olmaması gerekiyor, bilmiyorum duymuş muydunuz?
Tazminat miktarı belirlenirken kişinin maddi durumu, daha ne kadar süreyle düzenli gelir elde edebileceği filan gibi hususlar, "kalbim çok kırıldı" gibi iddialardan daha önemli oluyor.
Bu açıdan bakınca AKP Genel Başkanı’nın istediği ve mahkeme kararıyla alabildiği tazminat miktarları hep ilgimi çekiyor.
Mesela ben ölsem, çatlasam birisinden 250 bin lira manevi ya da maddi tazminat alamam.
Allah nazardan saklasın, Erdoğan’ın nasıl bir serveti oluşmuş olmalı ki mahkemeler 250 bini bir kenara koyun, 1 milyon liralık tazminata hak kazanmasına bile karar verebiliyor.
Yargıçlar bu kararlarıyla bizlere bir şeyler mi anlatmak istiyorlar, orasını ben bilmem.
Tabii Erdoğan-Kılıçdaroğlu arasında manevi tazminat söz konusu olduğunda daha önce dört kere sorduğum ama yanıtını bir türlü alamadığım bir soruyu yine hatırladım. Ve mesleğimizin "fikri takip" kuralı gereği, bir kez daha sormak istiyorum.
Olayı tekrar hatırlayalım, çünkü üzerinden hayli zaman geçti:
Kemal Kılıçdaroğlu, Erdoğan ailesi fertlerinin Man Adası’nda kurulu Bellway şirketine para gönderdiklerini iddia etmişti.
Erdoğan bunun üzerine mahkemeye başvurdu ve para trafiğinin yönünün ters olduğunu söyledi.
15 milyon dolar, Man Adası’ndaki Bellway şirketinden, Erdoğan ailesinin fertlerine gönderilmişti ve bunun nedeni de ailenin kurmuş olduğu bir şirketi yurt dışında satmış olmasıydı.
Kılıçdaroğlu’nun iddiaları ile ilgili olarak Erdoğan ailesinin fertleri hakkında takipsizlik kararı verilirken bu para trafiği de açıklandı. Savcılık da bunun kara para olmadığı kanaatindeydi.
Man Adası’ndan Türkiye’ye 15 Aralık 2011 tarihi ile 4 Ocak 2012 tarihleri arasında gönderilen paranın dökümü şöyle:
* Burak Erdoğan’a (Cumhurbaşkanı’nın büyük oğlu): 3 milyon 750 bin ABD Doları.
* Mustafa Erdoğan’a (Cumhurbaşkanı’nın kardeşi): 3 milyon 750 bin ABD Doları.
* Ziya İlgen’e (Cumhurbaşkanı’nın eniştesi): 3 milyon 750 bin ABD Doları.
* Osman Ketenci’ye (Cumhurbaşkanı’nın dünürü): 2 milyon 250 bin ABD Doları.
* Mustafa Gündoğan’a (Cumhurbaşkanı’nın eski özel kalem müdürü, köylüsü): 1 milyon 500 bin ABD Doları.
Mahkemelerce de onaylandığı gibi bu paralar, yurt dışında satılan bir şirketin satışı karşılığında ödendi. Banka kayıtları da savcılığın takipsizlik kararında yer alıyor.
Benim merak ettiğim ama nedense CHP liderinin merak etmediği, Erdoğan’ın ise daha önce sormuş olmama rağmen duymazdan geldiği sorularım şöyle:
Hangi şirket satıldı? Bu şirketin faaliyet alanı neydi?
Bu şirket hangi tarihte, hangi sermaye ile kuruldu ve bu fiyata satılabilmesi için nasıl bir ticari başarı gösterdi? Kurulduğundan satılana kadar ne kadar kâr etmiş, ne kadar vergi ödemişti?
Biz seçmenlerin bu soruların yanıtını bilmeleri de gerekmiyor mu?
Ayrıca ortada Binali Bey’in çocuklarınınkiyle yarışacak büyük bir başarı var gibi görünüyor:
Bu şirketi nasıl kurdular, nasıl büyütüp, yabancı bir şirkete nasıl satabildiler?
Bunlar değersiz bilgiler değil.
Bu başarıyı yaratanların deneyimlerinden, genç girişimciler de faydalansa, daha iyi olmaz mı?
* * *
Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, "Nefsimize ağır gelse de hayatımızın merkezine dönemin koşullarını değil, dinimizin hükümlerini yerleştireceğiz" dedi.
Kimliğini öncelikle "inançlı bir Müslüman" olarak tanımladığını biliyoruz.
Onun için kişisel yaşamında, kendi doğru bildiği dini hükümleri hayatının merkezine yerleştirmesine kimsenin bir diyeceği olamaz.
"Kendi doğru bildiği" diye özellikle vurguladım, çünkü kendisini tıpkı Erdoğan gibi "inançlı Müslüman" olarak tanımladığı halde İslam’ı ondan çok farklı yorumlayanların olduğunu da biliyoruz.
Yani kişisel olarak dileyen hayatının merkezine kendi inandığı biçimiyle dini koyabilir, kendi bileceği iştir.
Erdoğan daha sonra konuşmasına şöyle devam etti:
"Bizim inancımızda din sadece belli mekanlara, haftanın belli günlerine hasredilmiş bir olgu değildir. İslam, hayatımızın tüm alanlarını kuşatan, kucaklayan, kurallar, yasaklar manzumesidir. Yaşantımızın her safhasını düzenleyen bir dine inanıyoruz."
Yine kişisel yaşamından söz ediyor ise buna kim itiraz edebilir?
Ama "hayatın bütün alanları" dediğinde durup, derin bir nefes almasında da yarar görüyorum.
"İslam’ın hayatın tüm alanlarını kuşatan, kucaklayan kurallar, yasaklar manzumesi" olması, toplumsal yaşantımızı da buna göre düzenleyeceğimiz anlamına mı geliyor?
Eğer bu anlamda söylüyor ise tarif ettiği şey teolojik esaslara göre yönetilen bir toplum oluyor.
Kısaca şeriat düzeni de diyebiliriz.
Bizim Anayasa’mız, Cumhuriyet’i "laik, demokratik, hukuk devleti" olarak tarif ediyor.
Yani bu toplunun yaşantısını düzenleyen kurallar bütününü, dini esaslara dayandıramazsınız. Dayandırmak istiyorsanız Anayasa ile sorununuz var demektir.
Çünkü dini kuralların çerçevelediği bir kamu idaresi, tanımı gereği, demokratik de olamaz.
Cumhurbaşkanı’nın kalbinin derinliklerinde İslami kurallara dayalı bir yönetim biçimini tesis etmenin yattığı hiçbirimiz için sır değil.
Eğitimi dini esaslara dayandırma çabası, fırsatını buldukça dilinden dökülen şeriata dayalı yaşama duyduğu özlem cümleleri ile bunu öğrenmiştik zaten.
Demokratik bir toplumda böyle fikirlere sahip olmak da kabul edilebilir bir durumdur.
Kabul edilemeyecek olan şey, bu yaşam biçiminin topluma dikte edilmesi, toplumun buna zorlanmasıdır.
Çünkü böyle konuştuğu vakit, şeriata dayalı bir yönetim kurma yönünde elindeki gücü kullanabileceği ile ilgili kuşkular da yaratıyor.
Hiç aklından çıkarmaması gereken şey şudur: Meşruiyetini bugün yürürlükte bulunan Anayasa’dan alıyor.
Anayasa’yı tamamen ortadan kaldıracak hayallere, fikirlere sahip olması, bu meşruiyeti de tartışılır hale getirir.
Recep Tayyip Erdoğan, artık laik ve demokratik bir hukuk devletinin Cumhurbaşkanı olduğunu hatırlarsa, hepimiz için hayırlısı olur.