Rusya Federal Askeri ve Teknik İş Birliği Dairesi Başkanı Dmitriy Şugayev, "S – 400 hava savunma sisteminin ikinci parti tedarikine ilişkin sözleşmenin imzalandığını ve uygulamaya geçildiğini" açıklayınca kafalar karışmıştı.
Savunma Sanayii Başkanlığı ise "yeni bir gelişme söz konusu değil. İlk gün yapılan anlaşmaya göre süreç devam etmektedir" açıklamasını yapmıştı.
Kimse hatırlamıyor belki ama zaten Türkiye ile Rusya arasındaki anlaşma dörder bölükten oluşan iki sistem alınması üzerineydi.
Bazı yorumcular Rusya'nın bu açıklamasının ABD'den alınmak istenen F – 16'lar ile görüşmeler sırasında gündeme gelmesinin "manidar" olduğuna dikkat çekiyorlar.
Benim aklım bu komplo teorilerine pek ermez.
Türkiye ile Rusya'nın kaç S – 400 alayı için anlaşma yaptığını herkes gibi ABD de biliyor.
Bunun dışında yeni bir alışveriş olmadığını da biliyor olmalılar.
Bu vesileyle unutulan bir şeyi hatırlatmak istiyorum.
S - 400'ler nedeniyle F - 35 programından çıkarılmamıza karar verildiğinde Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, Türkiye'nin bu program için 1 milyar 250 milyon dolar ödediğini belirttikten sonra şunu söylemişti:
"Böyle yanlış bir adım atarlarsa, uluslararası tahkim mahkemesine götüreceğiz, çünkü bugüne kadar harcadığımız parayı geri ödemelerini isteyeceğiz."
Bunun üzerine bir açıklama yapan CHP'li Ünal Çeviköz, bu mesele için tahkime gidilemeyeceğini çünkü sözleşmede "anlaşmazlıkların yalnızca katılımcılar arasında görüş alışverişi yoluyla çözülebileceği" hükmünün bulunduğunu söylemişti.
Erdoğan'ın "tahkime gideriz" demesinin üzerinden 3 yıldan biraz fazla zaman geçti.
Artık bu sorunun doğru yanıtını öğrenebiliriz gibi geliyor bana.
Erdoğan mı doğru söylüyordu, Çeviköz mü?
Türkiye, Erdoğan'ın dediği gibi tahkime gidebildi mi?
Yoksa Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın, Dışişleri ve Milli Savunma bakanlıklarının, Savunma Sanayi Başkanlığı'nın F - 35 anlaşmasının hükümlerinden haberi mi yoktu?
AKP Genel Başkan Yardımcısı ve Konya Milletvekili Leyla Şahin Usta, Konya Karatay Belediyesi tarafından yaptırılan kafe ve kapalı pazar yerinin açılış töreninde konuşurken bir pazarcı kadın "sizden pazarcı memnun değil, kimse memnun değil" diye tepki göstermiş.
Leyla Şahin Usta'nın pazarcı kadına verdiği yanıt şu:
"Bizden pazarcımız da memnun, halkımız da. Sen geç aşağıda konuşalım. Hepinizin nice emek vererek yetiştirdiğiniz evlatlarımızın bu vatan, bu toprak şehitler ile elde edildi. Dün yine bir şehidimizi cenneti âlâ ya uğurladık. İnşallah mekânını Allah'ım cennet eylesin. Bu vatanı bu toprakları şehitlerimizin kanı ile aldıysak eğer bu vatanı bu toprağı öyle kolay kolay kimseye teslim etmeyeceğiz."
Yiğit Özgür'ün muazzam karikatürünün ete kemiğe bürünüp, Konya'da bir Pazar yerinde vücut bulduğuna da böylece tanık oluyoruz.
Hatırlarsınız; bir adam "O yanındaki kadın kimdi" diye soran karısını öfkeyle yanıtlıyordu: "Millet aç, aç!"
Biz çocukken sorulara böyle alakasız yanıtlar verildiğinde "Ben diyorum Antarktika" diye başlayan bir tekerleme söylerdik. "Sokak çocuğu ağzı" olduğu için onu yazamadım.
Bunun bir de "Ben diyorum Çanakkale Boğazı" diye başlayan versiyonu var ki o da şimdi ayıp kaçar.
Güzel Türkçemizde böyle durumları karşılamak için söylenebilecek o kadar çok söz var ki!
En terbiyelisi, "Dam üstünde saksağan, vur beline kazmayı"! Onun için başlıkta da o var zaten.
"Osur osur ipe diz" deyişini Süleyman Soylu'nun konuşmalarına tahsis ettim, bu nedenle Leyla Hanım için kullanamayacağım.
"Minareden at beni, in aşağı tut beni" de var ama o atasözü değil, türkü.
"Onu öyle demezler" diye başlayan halk deyişi de geniş anlamıyla bu duruma uyardı aslında ama şimdi zorlamanın ne gereği var?
Böyle bir anlam ifade eden deyişlerin halk dilinde bu kadar çok ve yaygın olarak kullanılıyor olması neye işaret ediyor acaba?
Özellikle politikacılarımızın konuşmalarında insicamı kolayca kaçırabiliyor olmaları bunun nedeni olabilir mi?
AKP bu hafta 21. Kuruluş yıldönümünü kutladı.
Genel Başkan Erdoğan'ın da bir konuşma yaptığı kutlama töreninde çekilen fotoğraflara dikkatle baktım.
Hayır, kim gelmiş, kim gelmemiş diye merak ettiğimden değil.
İçlerinden birisinin Mafya tarafından maaşa bağlandığını biliyoruz ya, yüz ifadelerine bakıp "acaba hangisi" diye karar vermeye çalıştım.
Gerçi yüzün şekline göre suçlu bulma anlayışı geçmiş yüzyıllarda kaldı ama yine de bir mahcup ifade yakalarım "işte mafyanın adamı" diye tahmin yürütebilirim dedim.
Doğrusunu isterseniz, başarılı olamadım.
İçlerinden hangisinin mafyanın adamı olduğunu çıkartamadım. Hepsi de olabilirdi, hiçbiri de!
Dedim ya bu yöntem yüzlerce yıl öncede kaldı.
Belki utanırlar da "hepimiz töhmet altında kalıyoruz, açıklayın şu adamı" derler diye başarısız incelememin sonuçlarını sizinle de paylaşayım dedim.
Ama ümitsizim.
Bu beylerin "muhafazakâr hassasiyetleri" insanların yaşam biçimleri söz konusu olduğunda tavan yapıyor, kendileri en temel ahlak kuralları ile sınandığında hassasiyetten eser kalmıyor.
Böylece 42. haftayı da geride bırakıyoruz.
Yanıtlarını vermemek için saklanacakları sorular da burada:
1 – Kendisine gazeteci süsü veren birisi, iş adamı Sezgin Baran Korkmaz'dan, İçişleri Bakanı Soylu'ya verilmek üzere 10 milyon Euro istedi.
Korkmaz bu amaçla "kendisine operasyon çekilirken bazı adamlarının içeride rehin tutulduğunu" da söylüyor.
Bu iddiaya göre Soylu, bir iş adamından avanta 10 milyon Euro istemekle kalmamış, bir de devletin polisini mafya tetikçisi gibi kullanmış!
2 – Ankara ve İstanbul belediyelerinin elinden aldığı yolsuzluk dosyalarını saklayıp, savcılıklara göndermeyen İçişleri Bakanı, "mafyadan maaş alan AKP'li politikacıyı" da biliyor ama açıklamıyor.
Üstelik mafya tarafından maaşa bağlanmış AKP'li politikacının adı bir soruşturma dosyasında da var.
Bakan da büyük olasılıkla oradan öğrendi zaten.
Mafyanın maaşa bağladığı politikacıyı savcı neden koruyor? Yoksa o da mafya politikacısının ortağı mı?
3 – Adalet Bakanı Yardımcısı yapılan bir savcı ile bir hâkim, olmayan bir MASAK raporunu gerekçe göstererek, Sezgin Baran Korkmaz'ın mal varlığı üzerindeki tedbiri kaldırdılar.
Böylece 150 milyon dolarlık malın kaçırılması mümkün oldu.
Savcı ve hâkim bu işi yukarıdan gelen bir emirle mi yaptılar, doğrudan doğruya rüşvet mi aldılar?
HSK'da filan bu konuda yaprak kımıldamadığına göre yukarıdan gelen bir emir, bu kararın verilmesini sağlamış olmalı.
O "yukarıdaki" kimdi? Soylu gibi birisi mi, "daha yukarısı" mı?
Bu işte alınan avanta kime gitti ya da nasıl paylaşıldı? "Kul hakkına" dikkat edildi mi?
Karaman Hoca bu işe ne der acaba?
Avanta paylaşımında bazı kulların hakkı yenilirse, bu ahirette "kul hakkı" soruşturmasına konu olur mu?
Mehmet Y. Yılmaz kimdir? Mehmet Yakup Yılmaz, 1956 yılında Malatya'da doğdu. İlkokulu Antalya Devrim İlkokulu'nda, orta okul ve liseyi parasız yatılı olarak Denizli Lisesi'nde okuduktan sonra Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi İktisat ve Maliye Bölümü'nden 1977 yılında mezun oldu Gazeteciliğe SBF öğrencisi iken 1975 yılında Ankara'da Mehmet Ali Kışlalı yönetimindeki Yankı Dergisi'nde başladı. Derginin Yazı İşleri Müdürlüğü görevini de bir süre yürüttü. 12 Eylül 1980 darbesi öncesinde Türk İş'e bağlı Yol İş Federasyonu ve YSE - İş sendikalarında basın müşaviri olarak görev yaptı, sendika gazete ve dergilerini yayınladı Askerlik görevini Kara Harp Okulu'nda tamamladıktan sonra İstanbul Gelişim Yayınları'nda mesleğe döndü. Gelişim Yayınları'nda Erkekçe ve Bilim dergilerinin Genel Yayın Müdürü Yardımcılığı ve ardından Gelişim TV Dergisi Genel Yayın Yönetmenliği görevlerinde bulundu 1985 yılında Hürriyet'e geçti ve Hürriyet Dergi Grubu'nu kurdu. Tempo, Blue Jean, Playmen gibi dergileri yayınladı. Daha sonra Dönemli Yayıncılık Genel Müdürlüğü görevine getirildi. Ercan Arıklı ile birlikte Dönemli Yayıncılık'ın 1 Numara Yayıncılık'a dönüşmesi sırasında Genel Müdürlük görevini üstlendi. Aktüel, Cosmopolitan, Penthouse, Oya gibi dergilerin kurucu genel yayın müdürü oldu. Bugüne kadar 30'u aşkın derginin kuruculuğunu yaptı. 1995 yılı başında Posta gazetesini yayınladı. Aynı yılın sonunda Fanatik gazetesini, 1996 yılı sonunda da Radikal gazetesini kurdu, genel yayın müdürlüğünü yürüttü. 2000 yılında Milliyet Gazetesi Genel Yayın Müdürlüğü görevine getirildi. Bu görevi 5,5 yıl sürdürdükten sonra Doğan Burda Dergi Grububu'nun CEO'luğu görevini üstlendi. 2005 yılından 2018 Eylül ayına kadar Hürriyet gazetesinde köşe yazarlığı yaptı. Ekim 2018'den itibaren T24'te yazmaya başladı. Gazete köşe yazılarından derlenen "Kırmızıyı Seçtim, Aşk Mavinin Altındaydı", "Benden Selam Söyleyin Bütün Aşklarıma", "Aşktan Sonra Hayat Var Mı", "Şaşırma Duygumu Kaybettim, Hükümsüzdür" isimli kitapları yayımlandı. "Aşk Herşeyi Affeder mi" isimli uzun hikâyesi de kitap olarak yayınlandı. "Türkiye medyasında en çok yayın başlatan gazeteci" olan Mehmet Y. Yılmaz, güncel politik gelişmelerin yanı sıra, deneme tarzındaki yazıları ile futbol üzerine yaptığı yorumlarıyla da biliniyor. |