Recep Tayyip Erdoğan’ın İdlib seferi, beklendiği gibi ateş – kes ile sonuçlandı.
İktidarın besleme medyasına bakılırsa, Türkiye bu ateş – kes ile büyük bir zafer elde etmiş bulunuyor.
Cumhurbaşkanı’nın vücut dili ve yüz ifadesi pek buna işaret etmiyor olsa da onlar böyle yazacaklar.
Kamu kaynaklarından milyarlarca lira, medyanın AKP’lileştirilmesi operasyonuna boş yere yatırılmadı.
Onun için bırakalım onlar zafer zannettikleri şeyin tadını çıkarırken biz de ateşkes nedeniyle artık gencecik askerlerimizin ölmeyecek olmalarına sevinelim.
Sonra da hafızalarımızı tazeleyelim, Erdoğan neyin peşindeydi, ne elde etti diye!
Görelim bakalım, elde ettiklerimiz İdlib’de şehitler tepesini dolduran askerlerimizin hayatlarına değmiş mi?
Cumhurbaşkanlığı İletişim Başkanı Fahrettin Altun, 12 Şubat günü Twitter’dan şu açıklamayı yapmıştı:
"Soçi mutabakatı kapsamında şubat ayının sonuna kadar rejimi İdlib'deki gözlem noktalarımızın dışına çıkarmaya kararlıyız. Bunun gerçekleştirilmesi için de havadan ve karadan askeri gücümüzü harekete geçireceğiz."
Demek ki birinci hedefimiz neymiş: Gözlem noktalarımızın etrafındaki rejim askerlerinin kuşatmasını kaldırmak!
26 Şubat günü, AKP TBMM grup toplantısında mutlu bir telaş vardı. Recep Tayyip Erdoğan’ın doğum gününü kutlamak için hazırlanan video seyredilmiş, tribünlere doldurulan tezahürat ekibi Reis’i iyice gaza getirmişti.
O gün Erdoğan şunu söylemişti:
"Talebimiz, rejimin saldırılarını bir an önce sona erdirip, Soçi Muhtırası sınırlarına, yani gözlem noktalarımızın gerisine çekilmesidir. Rusya, maalesef bu insani hassasiyeti bir türlü kabul etmek istemiyor ama gözlem, gözetleme kulelerimizi kuşatma altına alanlara verdiğimiz süre doluyor. Gereği neyse bu gözetleme, gözlem kulelerimizi bu defa kuşatmalardan öyle veya böyle bu ay sonuna kadar kurtarmanın planlaması içindeyiz."
Demek ki neymiş: Askeri harekatın amacı, gözlem noktalarını Şubat ayı bitmeden kuşatma altından kurtarmakmış!
Recep Tayyip Erdoğan, 35 askerimizin şehit edilmelerinden sonra, 2 Mart günü Ankara’da partisinin bir toplantısında konuştu. Esad’ı "arkasındaki silahlı gücün gölgesini kendi gölgesi zannediyor" diye eleştirdikten sonra şunu söyledi:
"Yaşananlardan ibret almayanların bizi hâlâ gözlem noktalarımıza saldırmakla tehdit etmeleri, akıllarının başlarına gelmediğine işaret ediyor. Şayet bir an önce Türkiye'nin belirlediği sınırların dışına çıkmazlarsa, bir süre sonra omuzlarının üzerinde o başlar da kalmayacak."
Sonuç: Renk körlüğü sorununuz yoksa, haritalarda "Suriye Rejimi" diye gösterilen ve genellikle açık sarıya boyalı olan alanın içindeki küçük kırmızı noktaları kolayca fark edebilirsiniz.
Ateş – kes ile sonuçlanan Moskova mutabakatı, Erdoğan’ın vadettiği gibi bu kırmızı noktaların etrafındaki rejim askerlerinin yerlerini değiştirmiyor.
Yani kuşatma sürüyor.
Artık oradaki askerlerimizi ya Rus askeri polisinin korumasında bırakmaya devam edeceğiz ya da geri çekip, gözlem noktalarını daha geride kuracağız.
Eşeğinden düşen Nasrettin Hoca’nın "ben zaten inecektim" demesine ne kadar inanıyorsunuz bilmiyorum ama bunca nutuktan ve onlarca şehitten sonra gözlem noktalarımızı geriye taşıyarak rejim kuşatmasından kurtarmak da böyle bir "zafer" olacak.
Ertuğrul Özkök, dün Hürriyet’te, gazeteciler Barış Terkoğlu ve Hülya Kılınç’ın tutuklanmaları ile ilgili olarak şöyle bir cümle kurdu:
"Tutuklanmayıp, tutuksuz yargılansa daha şık olmaz mıydı?"
Ertuğrul ile 12 Eylül öncesi, Yankı dergisi günlerimizden beri tanışırız, uzun süre de birlikte çalıştık.
Bu cümleyi kurarken aklından nelerin geçtiğini, aslında itirazının yargılamaya olduğunu da tahmin edebiliyorum.
Dikkatinizi çekmek istediğim şey, Erdoğan rejiminin, bizleri getirdiği nokta.
Dün bu konuda yazanların çoğunluğu "tutuklamaya ne gerek vardı" noktasındaydı.
Tutuksuz yargılanıyor olsa, bunu hepimiz kabul edip, içimize sindirebilecekmişiz gibi bir genel görüntü.
Rejim bizi öyle bir noktaya getirdi ki bir haber nedeniyle iki gazetecinin yargılanmasını hiç yadırgamıyoruz.
Sanki son derece normal bir durum ile karşı karşıyaymışız gibi "tutuksuz yargılayın bari" diye parmak sallıyoruz.
Terkoğlu ve Kılınç, hapse atıldılar çünkü rejim, dışarıda kalan bizlere onlar üzerinden mesaj vermek istiyor: Uslu durmazsanız sizi de onların yanına atarım!
AİHM kararları ortada: Ceza tehdidinin varlığı basın özgürlüğünün sınırlanması anlamına gelir. İfade özgürlüğünün ayrılmaz bir parçası olan temel bir hakkımız, ceza tehdidi ile kısıtlanıyor.
Rejim bu tehdit ile de yetinmedi, Odatv’ye erişim engeli de getirdi.
Anayasa Mahkemesi’nin, bir haber nedeniyle bütün siteye erişim engeli getirilmesinin Anayasa ve AİHS’ye aykırı olduğunu vazeden kararının daha mürekkebi bile kurumadı: 19 Aralık 2019!
Tekrar hatırlatayım: "Haber sitesine tümüyle erişimin engellenmesi, ifade ve basın özgürlüklerine yönelik bir müdahaledir."
Bu tür şeyler, bir demokraside yaşanmaz.
Bunlar özgür basından korkan, halkın sadece duyulmasına izin verilen şeyleri öğrenmesini isteyen rejimlerin marifetidir.
AKP, artık bu yüzünü saklamaya bile gerek duymuyor.