Fethullahçı darbe girişiminin kilit ismi Adil Öksüz’ün MİT ajanı olduğunu gösteren belge, MİT’te görevli Fethullahçılar tarafından üretilip, sosyal medyada yayılmış.
Fevzi Kızılkoyun’un Hürriyet’teki haberine göre Fetullahçı çetenin MİT, polis ve askeri istihbarattaki mahrem imamlarına ulaşılmış.
Onlar da bu sahte belgeyi hazırlayıp, sanki darbe girişiminin ardında bir MİT ajanı varmış gibi bir algı yaratmayı hedeflediklerini itiraf etmişler.
Çok şaşırtıcı bir haber değil. Bu gizli örgütün devletin birçok kademesinde cirit attığını zaten biliyorduk, darbe girişiminden sonra bildiklerimizi doğrulama olanağımız da oldu.
İtirafçı olan bu mahrem imamlardan birinin itirafına dikkatinizi çekmek istiyorum, ifadesinde şöyle diyor:
"FETÖ çözüm sürecinin sekteye uğraması, çözüm sürecinin bitmesini istiyordu, bunun için çalışma yürütüyordu. Devlete ait çok gizli bilgi-belgeler PKK’ya sızdırıldı. PKK’ya sızdırılan bilgiler nedeniyle o dönem Doğu ve Güneydoğu’da görev yapan çok sayıda asker, polis ve köy korucusu şehit oldu. O şehitler nedeniyle vicdan azabı çekiyorum."
Bu ifadeyi okuyunca, ister istemez "Acaba Erdoğan, çözüm sürecini bitirmeye karar verirken bir kez daha Fethullahçıların tuzağına mı düştü" diye merak ettim.
Hatırlarsınız, 22 Temmuz 2015 günü Ceylanpınar’da iki polis memuru, evlerinde başlarından vurularak şehit edildiler.
Şehit polislerin cesetlerini aynı evde birlikte yaşadıkları üçüncü bir polis memuru bulmuştu. Yapılan incelemede apartman dairesinin kapısında zorlamaya da rastlanmamıştı.
Bu çifte cinayet hâlâ sır.
Bu olayla ilgili oldukları gerekçesiyle yakalananlar, mahkemede beraat ettiler. Failler halen yakalanmış değil, iki cinayetin neden ve nasıl işlendiğini hâlâ bilmiyoruz.
Bu olay üzerine Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, 28 Temmuz 2015 günü, Çin gezisine çıkarken gazetecilere şunu söyleyecekti:
"Çözüm süreci hükümetin samimi yaklaşımıyla başlamıştı. Bundan rahatsız olanlar oldu. Son seçimlere ve 30 Mart seçimlerine giderken çözüm sürecinin istismar olduğunu gördük. Çözüm süreci karşılığını bulmadı. Daha sonra yapılan genel seçimlere geldiğimizde bunun hasar gördüğünü fark ettik. Artık ortada bir gerçek var. Milli birliğimize ve kardeşliğimize kast edenlerle çözüm sürecini devam ettirmek mümkün değil."
Erdoğan, o tarihte Fethullahçıların çözüm sürecinden rahatsız olup, bunu engellemek istediğini bildiği halde, sürecin bittiğini ilan etme ihtiyacını neden duydu?
Açıklanmaya muhtaç değil mi?
Ancak bu tabloda açık olan da şu: Erdoğan’ın seçimi kaybetme korkusu ile Fetullahçıların çözüm sürecini bitirme arzuları kesişmiş.
Erdoğan, göz göre göre Fetullahçıların bu tuzağına düşmüş.
Ve iki polis memurunun katilleri de hâlâ serbest!
Emniyet teşkilatı, iki meslektaşlarının faili meçhul bir cinayete kurban gitmesini, katillerin serbestçe geziyor olmasını içine sindirebiliyor mu?
Bu cinayetler, çözüm sürecini bitirmek üzere mi planlanıp, işlendi?
* * *
Anadolu Ajansı’nın bildirdiğine göre PKK / YPG, Kuzey Suriye’deki güvenli bölgeden henüz çekilmemiş.
Hatırlarsanız ABD ve Rusya ile varılan mutabakatlara göre söz konusu bölgeden PKK / YPG unsurları tamamen çekilecekti.
Yani Türkiye’nin askeri harekâtını durdurması koşuluyla verilen sözler tutulmamış.
Öte yandan Rusya ve Suriye rejim güçlerinin İdlib’i geri alma yolunda başlattıkları harekât da hızla ilerliyor.
Esad güçlerinin İdlib’in dörtte birini aldığı dünkü haberler arasındaydı.
Astana Ortakları, Rusya, İran ve Türkiye arasında varılan mutabakata aykırı bir durum bu.
Ve bu mutabakata uyumu gözetmek için kurulan Türk askeri gözlem noktaları birer birer rejim güçleri tarafından kuşatılmış bulunuyor.
Gözlem noktalarındaki Türk askerlerinin güvenliği ise Rus askeri polisine emanet!
Erdoğan’ın buna karşı yapabildiği, Türkiye’de çok sık baş vurduğu bir tehdit: Bedelini herkes öder!
Türkiye’de bedel ödetmek kolay tabii.
Yargıya bir kaş göz işareti bunun için yeterli olabiliyor.
Ama aynı kaş göz işareti İdlib’de, Kuzey Suriye’de işe yaramıyor.
Askerlerini gönderiyorsun ama o askerlerin varlığı, o mutabakatların uygulanabilir olmasını sağlamaya yetmiyor.
Niye?
Nedeni çok basit: Türkiye’nin hem ABD’ye hem de Rusya’ya karşı bir askeri operasyon yürütebilecek gücü yok.
İkisiyle birden uğraşmayı zaten aklından da geçiremez, bu ikisinden biriyle bile askeri bir bilek güreşine girmemiz mümkün değil.
Onun için Türkiye’de istediğiniz kadar nutuk atın, bedel ödettirme tehditlerini savurun, bunlar sınırı geçince işe yaramıyor.
Ve dün Cumhurbaşkanı, "davet olursa" Libya’ya asker gönderebileceğimizi de söyledi.
Türkiye ve Birleşmiş Milletler tarafından tanınan Libya hükümetinin İçişleri Bakanı da başkent Trablus için savaş şiddetlenirse Türkiye’den resmi olarak yardım isteyeceklerini açıkladı.
Türkiye’nin Libya’ya asker göndermesi, Suriye’ye asker göndermesi gibi değil.
Trablus’u savunmak için gönderilecek askerlerimize hava desteği sağlayacak uçak gemimiz var mı?
Şunu bilmek için insanın askeri strateji uzmanı olmasına gerek yok: Türkiye’nin askeri kapasitesi, Libya gibi denizaşırı bir ülkede bir savaşı yürütecek büyüklükte değil.
Türkiye ekonomisi, böyle denizaşırı bir savaşın bedelini kaldıracak kadar sağlam değil, son derece kırılgan.
Sınırımızın hemen dibindeki askeri harekâttan neden bir sonuç alamadık ve Libya’da nasıl bir sonuç alabiliriz?
Erdoğan bu askeri harekâtların yükselteceği hamasi duygularla kaybettiği oyları kazanabileceğini zannediyor ama kaybedilecek bir savaştan Türkiye’nin görebileceği zararın ne olabileceğini düşündü mü acaba?
Şurası çok açık ki Türkiye, Akdeniz’deki çıkarlarını barışçı bir ortamda, sadece diplomasiyle koruyabilir.
Onun için Libya’ya asker göndermek gibi maceraperest işlerden vazgeçin, yakın komşularla ilişkileri düzeltmenin yolunu arayın.
Cumhuriyet’in "yurtta sulh, cihanda sulh" mottosunu tekrar hatırlama zamanı geldi.
* * *
Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan her fırsatta İstanbul’u ne kadar sevdiğini, bu kente hizmetin ibadet olduğunu filan söylüyor.
Ama yaptıklarına bakınca Erdoğan’ın İstanbul sevgisinin "ya benimsin, ya kara toprağın" türü ürkütücü bir sevgi olduğunu düşünüyorum.
Böyle düşünmemin nedeni Kanal İstanbul için bu kadar iddialaşması.
İstanbul’u büyük bir depremin beklediği sır değil. 2026’dan önce bekleyen de var, 2035’ten öncesinde olabileceğini tahmin eden de.
"İstanbul’da büyük deprem olmayacak" diyen bir tane bilim insanı yok.
İstanbul’daki 1 milyon 650 bin civarındaki binanın yüzde 60’ı değişik derecelerde risk taşıyor.
Kanal İstanbul projesi için ayrılacak bütçeyle, ki minimum 75 milyar lira olacak, bu binaların çok önemli bölümünün depreme dayanıklı hale getirilmeleri mümkün.
İstanbul’u Boğaz’daki gemi kazalarından korumak için 75 milyar lira harcamak mı daha rasyonel bir tutum olur, yaklaşan deprem için okulları, hastaneleri, bütün kamu binalarını yenilemek için bunun üçte birini harcamak mı?
Boğaz’a kurulan radar sistemi ve kılavuzluk hizmetlerindeki iyileştirme, Boğaz’daki kaza olasılığını son derece azalttı.
Kılavuz ücreti ödemek istemeyenlere bu hizmeti bedava versek bile kanal yapmaktan çok daha ekonomik bir şekilde Boğaz’ın güvenliğini sağlamak mümkün.
Kanal kazma ısrarının altında İstanbul sevgisinden başka bir şeyler mutlaka var gibi geliyor bana.