“Bağnazlık” diye tanımladığımız ruh durumundaki insan, duymak istediği yanıtı duymayı tercih eder. Onların hayatında başka yanıtlara yer yoktur, gerek de yoktur.
Hayatı, olayları belli bir kalıbın içinde kolayca tarif edilebilecek şekilde kendince çözümler, yeni sorulara, yanıtlara ihtiyaç duymaz.
Onun için bağnazın solcusuyla, sağcısı esasen aynı insandır.
Otoriter rejimler de bağnaz insanları sever; elbette kendi tandansındaki bağnazı.
Bu durduk yerde olmuyor.
Normal insan zihni sorular sorar, bu yolla öğrenir.
Otoriter rejimlerin amacı bu soruların sayısını azaltmak ve nihayetinde sorgulamayan, kendisine söyleneni olduğu gibi kabul eden bir toplum yaratmaktır.
Toplum bilimlerinde deneylerin tekrarlanıp, her koşul altında aynı sonucu verip vermediğinin test edilebileceği laboratuvar yoktur derler ama aslına bakarsanız bu açıdan tam da bir laboratuvarın içinde yaşıyoruz.
Dünkü yazımda haber kaynaklarının çeşitlenmesinin, insanların yaşanan olaylar ile ilgili görüşlerini değiştirmesine olanak verdiğini kanıtlayan bir deneyden söz etmiştim.
Haber kaynakları çoğalıp, farklılaşınca, “sorgulamayan bağnaz insan tipi” de azalıyor.
“Medya diyeti”, politik konularda çok partizan izleyiciler üzerinde bile etkili olabiliyor, inançlarının, olaylara verdikleri tepkilerin ve konuları kavrayışlarının değişebildiğini gösteriyor.
Erdoğan rejimi, medyanın çok önemli bir bölümünü kontrol ediyor, yönetiyor.
Sadece devlet tekelindeki TRT’nin değil, kamu kaynaklarıyla el değiştirmesi sağlanan ve kamu kaynaklarıyla finanse edilen geleneksel medyanın, Erdoğan yönetiminin izin verdiğinin dışında bir haberi yayınlaması artık mümkün değil.
Bu o dereceye varıyor ki zaman zaman rejimin önemli isimlerinin hatta bizzat Cumhurbaşkanı’nın “ağzından kaçan” sözlerin bile sansür edildiğine tanık olabiliyoruz.
Medyayı böyle kontrol edebildikleri için de Türkiye’de yaşamakta olduğumuz ekonomik krizin “dış kaynaklı olduğuna, sorumlusunun muhalefet olduğuna, yıl sonunda enflasyonun düşeceğine” yönelik propaganda vatandaşların önemli bölümü üzerinde etkili olabiliyor.
Pahalılıktan Bay Kemal’i sorumlu tutanlar, böyle bir medya ortamının ürünü.
Dün, seçimin çantada keklik sayılmasının yanlışlığını bir kez daha vurgularken, muhalefet liderlerinin yeni iletişim kanalları bulmak zorunda olduklarından da söz etmiştim.
Çünkü, sosyal medyada ya da internet medyasında muhalefetin sesini kısmaya yönelik tedbirlerin alınacağını gösteren gelişmeler birbiri ardına geliyor.
Seçime yaklaştıkça, muhalefetin iletişim kanallarının tıkanması için daha ne tür cinliklerle karşılaşacağız kim bilir?
Bunlardan biri RTÜK eliyle yürütülüyor.
Önce test için Türkiye’de yayın yapan DW, BBC, VOA gibi sitelere “lisans mecburiyeti” getirildi.
Konu idari yargıya taşındı ama oradan neyin çıkabileceğini kestirebilmek artık kolay değil.
Danıştay sürecinin sonunda haber sitelerinin tümünün lisans almaya mecbur edilmesi söz konusu olabilir.
Mesele 100 bin lirayı ödeyip lisans almaktan daha da ötede RTÜK’ün lisans yetkisini kullanarak idari kararlarla internet medyasını engelleyebilmesinin yolunun açılmasında.
Adına “dezenformasyonla mücadele” dedikleri bir başka şeytanlık daha var.
“Dijital Mecralar Komisyonu” Başkanı AKP Milletvekili Hüseyin Yayman, önceki gün işaret fişeğini attı.
Dün de T24’te Füsun Sarp Nebil bu konuyu yazmış, asıl niyete dikkat çekmişti.
Yayman şöyle konuşuyor:
“Kamuoyuna şunu söylemek isterim: Sosyal medyayla ilgili bir düzenleme yapmıyoruz. Biz, dezenformasyonla ilgili bir düzenleme yapıyoruz. Sosyal medyanın engellenmesi, kısıtlanması, asla böyle bir şey olamaz. Çünkü AK Parti, sansürle, yasaklarla mücadele eden bir partidir.”
İster inan ister inanma!
Sosyal medyada bir gönderi için insanların hapse atıldığı bir ülkede yaşadığımızı unutmamızı istiyor belli ki.
Rejimin, işine gelmeyen her konuyu “yalan, dezenformasyon, gizli ajanların faaliyetleri” diye yaftalayarak, yasaklamasının yolu böylece açılacak.
Bugüne kadar yaptıkları, gelecekte neler yapabileceklerini de gösteriyor.
Onun için muhalefet liderlerini bir kez daha uyarmak istiyorum: Seçime kısa bir süre kala aday ve program açıklasanız da bunu kimseye duyuramama ihtimalini gözden ırak tutmayın.
“Üç ay yeter” görüşü, medyanın özgür olduğu, hükümetin tüm medyayı kontrol edemediği bir ülkede geçerli olabilir.
Görüyorsunuz ki, rejim kontrolündeki geleneksel medyanın yanı sıra internet ve sosyal medyayı da avuçlarının içine almaya hazırlanıyor.
Soru sorulmayan, hükümetin istediklerinin dışında gerçeklerin konuşulamayacağı bir medya ortamı, adil bir seçimin önündeki ciddi tehditlerden biridir.
Hüseyin Yayman’ın “AK Parti, sansürle, yasaklarla mücadele eden bir partidir” dediğini okuyunca sesli bir kahkaha attım.
Çünkü onun bu sözlerini okumadan hemen önce Rize’de CHP’nin astığı afişlerin polis marifetiyle toplandığı ile ilgili haberi okumuştum.
Siyasi parti faaliyetlerinin yasaklandığı bir ülkede “sansürle, yasaklarla mücadele ediyoruz” diyebilmek için insanın nasıl bir yüze sahip olması gerekiyor, bilmiyorum. Çünkü bu bana biraz “yüzsüzlük” gibi geliyor!
Yayman, daha sonra şöyle devam ediyor:
“Almanya’da nasıl bir dezenformasyon yasası varsa, yalan haberle mücadele yasası varsa, Fransa’da nasıl bir dezenformasyonla mücadele yasası varsa, ABD’de nasıl bir dezenformasyonla mücadele hukuksal düzenlemesi varsa biz bunun derdindeyiz.”
Kırmızı Başlıklı kızı kandırmaya çalışan kurdun sözlerine benziyor biraz.
Niyeti aslında kızı da ninesini de yemek ama önce birlikte yola çıkmaya razı etmesi gerek; onun gerektirdiği gibi konuşuyor.
Bu AKP’lilerde sıkça rastlanan bir durum.
Batıdaki uygulamaların sadece yasaklar kısmını alıp, özgürlükler ile ilgili bölümlerini görmezden gelmeye yönelik bir tutum.
Madem Almanya’yı, Fransa’yı, ABD’yi örnek alıyoruz, bu işin niye sadece yasaklar bölümüyle ilgilisiniz?
İfade özgürlüğünü kullandığı için hapse giren var mı oralarda?
Paylaştığı bir sosyal medya mesajı nedeniyle sabaha karşı evi basılıp, karakola götürülen gazeteci, üniversite öğrencisi, politikacı?
Oralarda hangi tutuklunun, ne zaman serbest bırakılabileceği konusu, Cumhurbaşkanı’nın ve Adalet Bakanı’nın toplantı konusu olabiliyor mu?
Oralarda “ifade özgürlüğü” her şeyin üzerinde değil mi?
Orada geçerli her şey bizim ülkemizde de olacak ise biz niye yazdığımız her satırı üç dört kere okuyor, yetmiyor bir de avukatlarımıza okutuyoruz?
Bir gün yasakları değil, özgürlükleri savunduğunuzu görebilecek miyiz acaba?
Sanırım, bunun için seçimde iktidarı kaybetmenizi beklememiz gerekecek.
Çünkü bizim memlekette herkes özgürlüğü kendisi için ister, başkası için değil.