Nusret’in dünya çapındaki şöhretinden sonra böyle bir akım var artık.
Aşçı Nusret’in, lokantasına Nusr’et adını vermesinden kaynaklanıyor.
Mesela ben bir et lokantası açacak olsam isim hazır: Mehm’et.
Kısm’et, Nisb’et, Hasr’et... Böyle uzayıp gidiyor isimler.
Adalet Bakanlığı’nın hazırladığı yargıdaki etik kuralları okuyup, bir de uygulamaya bakınca, bu nedenle tereddüde düştüm.
Acaba bakanlık, adliye yemekhanelerinde hizmet verecek bir et lokantası açtı da, ben mi yanlış anladım diye!
Daha çok etli tencere yemeklerinin satılacağı bir lokanta olabilir diye düşündüm.
Etik değil de Et’ik diye yani!
Adalet Bakanlığı’nın hazırladığı “savcı ve yargıçların uyacağı etik kurallar” da her halde bu lokantanın menüsüne zemin oluşturacak.
Var ya öyle menüler, sağında solunda şiirler filan yazıyor, ortasında yemek listesi, onun gibi.
Bakanlığın açıkladığı kuralar dizisine göre, hakim ve savcılar:
1) İnsan onuruna saygılıdır, insan haklarını korur ve herkese eşit davranırlar, 2) Bağımsızdırlar, 3) Tarafsızdırlar, 4) Dürüst ve tutarlıdırlar, 5) Yargıya olan güveni temsil ederler, 6) Mahremiyeti gözetirler, 7) Mesleğe yaraşır şekilde davranırlar, 8) Yetkindir ve mesleklerinde özenli davranırlar.
Böyle kompozisyon ödevi gibi yazınca, kağıdın üzerinde de güzel duracaktır tabii.
Kuşkusuz ki bu özelliklerden sekizine birden uyum gösteren birçok yargı mensubu var.
Saygıdeğer insanlar, hukuktan taviz vermiyorlar, insan haklarını koruyup, herkese eşit davranıyorlar.
Ama bazıları da var ki kusura bakmasınlar ama hiç olmuyor.
Hatta bazı adliyelerde bu özelliklere sahip birini bulabilmek için bir elde kandil öbür elde iskandil çok dolaşmak gerek.
FETÖ’cülerden kalan iddianameler ile insanları yıllarca hapiste tutmaya çalışan mı ararsınız, adliye kütüphanesinde yüzlerce AİHM, AYM ve Yargıtay kararı bulunmasına rağmen o içtihatlar yokmuş gibi iddianame yazıp, kararlar vereni mi?
Yargı düzenimizin çifte standartlı olmasından kim zarar görüyor?
Birinci derecede zarar gören, hâkim ve savcılara duyduğumuz ve duymamız gereken saygı ve güvendir.
Bilinmeli ki şu ya da bu nedenle, karar verirken gözünün ucuyla muktedire bakan, onun talimatlarını emir telakki eden bir yargı mensubu, bütün meslektaşlarını aynı düzeysiz duruma düşürüyor.
“Onu yapmayı gururuna yedirebilen, meslektaşlarının böyle bir zillete düşmesinden de rahatsız olmaz” diyorsanız, size hak vermekten başka çarem kalmaz.
Bir soru ile bitireyim: Memleketin düzgün hâkim ve savcıları, bu tiplere karşı hukuku ve adaleti yüceltmek için neyi bekliyorlar?
***
Adaletin sorunu Reis’ten kaynaklanıyor
Adalet Bakanı, geçtiğimiz yılın son günlerinde bir genel değerlendirme yaparken şunu söylemişti:
“Temel hak ve özgürlüklere orantısız müdahaleler, bazı haklı eleştirilere neden olabilmektedir. Yine bu tür müdahaleler, yargısal tasarrufların meşruiyetine ve yargıya olan toplumsal desteğe de zarar verebilmektedir.”
Dün de Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, hastane açılışında, 8 Mart Kadınlar Günü yürüyüşü ile ilgili olarak şöyle konuştu:
“Toplantı için izni yoktu. Meydana ve caddeye değişik yollardan girmek suretiyle işgal hareketi içine girdiler. Şunu bilecekler artık, Türkiye hukuk devleti içerisinde halkının hukukunu korur. Ancak teröre yönelik adım atanlara göz açtırmaz. Bütün polisimizle askerimizle tepelerine tepelerine bineriz. Bunlar Gezi’de bayraklarımızı yakmadılar mı? Esnafın camlarını çerçevelerini indirmediler mi? Otobüsleri, otomobilleri yakmadılar mı? Biz bunlara iyi yapıyorsunuz mu diyeceğiz?”
Cumhurbaşkanı’nın konuşması, Adalet Bakanı’nın dikkat çektiği “temel hak ve özgürlüklere orantısız müdahalenin” kaynağının neresi olduğunu açıkça ortaya koyuyor.
Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi, Türkiye’de bir üst hukuk kuralı. Bir de Anayasa var tabii. Bunlara uyumu denetleyen AİHM ve AYM ile Yargıtay da cabası!
Bu yargı organlarının, AİHS ve Anayasa’ya göre verdikleri kararlar açıkça ortaya koyuyor ki “toplantı için izin almak gerekmez.”
Yine AİHM kararlarına göre insanlar isterlerse “meydana ve caddeye değişik yollardan girerler”, kimse de karışamaz.
Polis ve asker buna karışırsa, temel bir özgürlüğün kullanılmasını engellemiş olur.
Cumhurbaşkanı hukuk okumadı tabii ama madem ki bir üniversite eğitimi aldığını söylüyor, o halde biliyor olmalı ki Gezi’de birileri olay çıkardı diye, başkaları cezalandırılamaz.
Suç kişiseldir, o gün o eylemleri nedeniyle yargılananlar olduysa da cezalarını çekmişlerdir ya da beraat etmişlerdir. Bu 8 Mart’ta yürüyecek kadınlar ile ilgili bir durum değildir.
Polis ve asker, temel haklarını kullanmak isteyenlerin “tepelerine tepelerine” biniyorsa suç işliyordur.
Polis ve askere o emri veren de suç işliyordur. Bu emri bizzat kendisinin vermiş olması, suçu ortadan kaldırmaz.
O sorumsuz olduğu için suçlanamaz ama suç olan emri yerine getiren suçludur, o kadar! Hukuk devleti olmanın gereği budur.
Cumhurbaşkanı, bir demokrasinin Cumhurbaşkanı gibi davranırsa ülkemiz için en iyi şeyi yapmış olur.
Bu tür tavırlar, totaliter rejimlerin, halktan korkan başkanlarına yakışır. Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı’na yakıştıramam.
Cumhurbaşkanı, Adalet Bakanı’nın bile yakındığı hukuksuzlukların başlangıç ve sonuç noktasında olmaktan ne kadar uzak olursa, o kadar iyi olur.