Son günlerde rejimin tahammül edemediği konular listesinin başında, muhalefet partili belediye başkanları tarafından yürütülen yardım kampanyaları var.
Türk belediyecilik geleneğinin belki de en yaygın hizmeti sayılması lazım gelen aşevlerinin faaliyetleri, bedava ekmek dağıtımı, "yardım kolileri" için bağış toplanması deyim yerindeyse iktidarı "delirtiyor"!
Lafın gelişi "delirtiyor" demiyorum, çünkü en sonunda yardımları PKK ve FETÖ eylemleri ile bir tutmaya kadar vardırdılar işi.
Bunun bir adım ötesi, ihtiyaç sahiplerine yardım konusunda ısrarcı olanların yerlerine kayyım atamak, belediye başkanlarını da hapse tıkmak olursa hiç şaşırmayın.
Görevden alınarak yerlerine devlet memurları atanan belediye başkanlarına yönelik suçlama da bu değil miydi?
İlk bakışta Erdoğan Rejimi'nin büyük bir siyasi hata yaptığını söylemek mümkün.
Gerçek ihtiyaç sahiplerine yönelik aşevi, bedava ekmek gibi hizmetleri engelleyen bir iktidar, bugün aç kalmalarına yol açtığı insanlardan seçimde oy istemeyecek mi?
Böyle bakınca siyasi bir hata yapılıyor gibi görünüyor ama bazen her şey göründüğü gibi olmuyor.
Rejim, siyasi bir hata içinde değil.
Tam tersine, kendisine ait bir politika aracının başkalarının eline geçmesinden huzursuzlanıyor, kendi iktidar alanının daraldığını hissederek içgüdüsel bir tepki veriyor.
Hatırlarsınız, yerel seçimlerde rejim, belediyeler muhalefete geçerse, fakirlere yardımların kesileceğini ileri sürüyordu.
Buna karşılık muhalefet de İzmir gibi sosyal yardımlar konusunda başarılı belediyeleri örnek göstererek, "vallahi de billahi de yardım kesilmeyecek" tadında yanıt veriyordu.
AKP iktidarı, Türkiye’yi yönettiği süre içinde ekonomik büyüme ve adil gelir dağılımı gibi yapısal sorunlarımızı çözerek fakirliği yok etmek yerine, fakirlikten yararlanma yolunu seçti.
"Tavuk mu yumurtadan, yumurta mı tavuktan çıkar" bilmecesinin politikaya uyarlanmış hali gibi bir durum yarattı bu.
İktidar fakirliği yok edecek bir politika izlemedi, buna karşılık fakirleşenleri kendi seçmeni yapabilmek için yardımlara abandı.
Anayasa’nın "sosyal devlet" ilkesi, "hayırsever devlet"e dönüştü!
2019 yılında bütçeden sosyal yardımlara ayrılan pay 62 milyar lira idi.
Cumhurbaşkanlığı Bütçe Başkanı Naci Ağbal’ın verdiği bilgiye göre bu rakam bu yıl 69,5 milyar lira olacak. (Koronavirüs salgını öncesi bütçe rakamı. Günümüz şartlarında bu rakamın daha da artacağını varsaymalıyız.)
2019 yılında "gıda yardımına muhtaç" vatandaşımızın sayısı 2 milyon 700 bin kişiydi.
Değişik başlıklar altında dağıtılan sosyal yardımlardan yararlanacak vatandaşlarımızın sayısı toplam 16 milyonu buluyordu. Bakanlığın açıklamasına göre 3 milyon 500 bin aile!
Her 5 TC vatandaşından biri, şu ya da bu isim altında sosyal yardım alıyor!
Erdoğan rejimi, bir yandan vatandaşları yardımsız yaşayamaz hale getirirken, diğer yandan da sosyal yardım bağımlılığından yararlanarak o insanların oylarını aldı.
Belediyelerin yardımlarını FETÖ’nün darbe girişimiyle ya da PKK’nın hendek hesaplarıyla bir tutmalarının nedeni, bu politikanın ellerinden uçup gitmekte olduğunu düşünmeleridir.
Belediyelerin aşevleri kapandığı için sıcak yemeğe ulaşamayanların ya da sokağa çıkma yasağı nedeniyle dağıtılan bedava ekmeği almaları engellenenlerden kaybedeceği oy o kadar önemli değil.
Sosyal yardımlara bağımlı hale getirilmiş milyonların oyu önemli rejim için.
Onun için "rol çalmaya" izin vermesini beklemeyin.
Ne yapıp edip, belediyelerden ihtiyaç sahiplerine akan yardımları engellemek isteyecektir. Elinde bunu yapabilecek gücü de var.
Bu politikaya da satrançtan esinlenerek "Erdoğan Gambiti" adını veriyorum.
Seçimde milyonların oyunu alma hesabına karşılık, bugün 500 – 600 bin kişinin aç kalmasına göz yummak şeklinde ortaya çıkıyor!
(Gambit: Satranç oyununda, açılışta avantajı ele geçirebilmek amacıyla, bir piyonu feda etmek.)
Ne zaman 23 Nisan sözü geçse, içimden bu tekerlemeyi söylemek gelir.
Nedeni çok basit aslında, çocukken bize öyle öğrettiler de ondan.
O yaşlarda, Türkiye’deki her çocuğun böyle hissettiğini zannederdim.
Ama değilmiş.
Bazı evlerde, o zamanın şartlarında gizli kapaklı da olsa 23 Nisan’ın "neşeyle dolacakları bir gün olmadığı" konuşuluyormuş!
Bunu ilk fark ettiğimde ne yalan söyleyeyim, kazık kadar olmuştum, üniversite öğrencisiydim.
Memleketin İslamcılarının başı Mustafa Kemal ve arkadaşlarıyla, Türkiye Cumhuriyeti ile pek hoş değildi, onun için 23 Nisan’da da, 30 Ağustos’ta, 29 Ekim’de de içleri neşe filan dolmuyordu.
Hatta Salihli’nin Kurtuluşu gününde de rahmetli dedem kadar heyecanlanmıyorlardı.
Bunu anlamakta hâlâ güçlük çektiğimi söylemeliyim.
Sonuç olarak bu ülkede siyasi görüşleri, hayat anlayışları yüzünden, devlet gücü ile başı belaya girenler, ezilenler sadece memleketin İslamcıları olmadı.
Bir liste yapsak, birinci sıraya İslamcıları yazmak için neden bulamayız, onu gayet iyi biliyoruz hepimiz.
Onun için düşmanlığın bu kadar derin olmasını anlayabilmek zor.
Ve üstelik 20 yıldır da bu ülkeyi yönetiyorlar.
Şimdi öldü ama mesela Fesli Kadir diye bir adam vardı, "keşke Yunan kazansaydı" bile diyebilmişti.
Bunu söyleyebilmiş olması o çevrede hiç yadırganmadı.
Günde iki kere konuşan, her söze yetişip, herkesin ağzının payını veren Cumhurbaşkanı bile "höst, ne diyorsun be adam" demedi, belki de demek istemedi.
Deliliğine verip geçiştirmek ister gibi yaptılar ama Diyanet İşleri Başkanı’ndan, Genelkurmay Başkanı’na kadar bir dizi zevatın Fesli’ye gösterdiği saygıda bir azalma da olmamıştı.
Her neyse...
Topyekun işgale ve çok uluslu bir saldırıya maruz kalmış bir halkın kurtuluş mücadelesini verirken, bu mücadelenin meşruiyetini bir halk meclisi ile araması çok rastlanır bir örnek değil.
Bugün de bir Meclisimiz var.
Meşruiyeti, serbest seçimler ile iş başına gelmesinden kaynaklanıyor.
Gerçi artık Kurtuluş Savaşı’nı yapan Meclis kadar güçlü değil ama yine de biz vatandaşları temsil eden bir Meclis var.
Milletvekili sıfatı, adı üzerinde çok önemli bir sıfat.
Peki seçilerek gelip, Meclis sıralarını dolduran milletvekillerimizden kaçı bu sıfatın öneminin farkında?
Kaçı kendisini seçmenlerine karşı sorumlu hissediyor?
Üzülerek yanıt vermeliyim ki çok azı!
Çünkü seçilip, o sıfatı kazanmalarını seçmenlerine değil, tek bir seçmene, partinin liderine borçlular.
Onun için kapalı kapılar ardında liderlerine, üyesi oldukları partinin politikalarına karşı her şeyi söyleyebiliyorlar ama seslerini açıkça yükseltemiyorlar.
Parlamenter sistemimiz varken de böyleydi, şimdi başkanlık sisteminde de böyle.
Sistemimizin doğru dürüst işleyemiyor olmasının nedeni, yasama organını oluşturan milletvekillerinin "emir eri" konumunda olmaları.
Bu durum, günün birinde değişecek ise yine o Meclis’teki milletvekillerinin oylarıyla olacak.
Bunun için ne kadar bekleyeceğiz, Allah bilir.
Onun için bugün atılacak nutuklar, şahsen benim bir kulağımdan girip, ötekinden çıkacak.
23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı kutlu olsun.
Bugünün anlamını ve değerini bilelim, unutmayalım.
Günün birinde hepimizin bu günün anlamını iyice içselleştirerek içinin neşe ile dolmasını diliyorum.