Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, Paris’te akaryakıt vergilerindeki artışı protesto eden göstericilere polisin sert müdahalesine dikkat çektikten sonra şunu sordu: “Şu anda Paris’te terör eylemleri var, uluslararası medyada bir ses var mı, yok. Dünya sessiz, Paris’i görmüyor. Niye görmüyorlar?” Önce şunu hatırlatayım ki bu haberleri uluslararası medyadan öğrendik, Anadolu Ajansı’ndan değil. Yani uluslararası medya bu olaylara gözünü kapamış değil ama bunun konumuzla alakası yok, önemi de yok. Çünkü demokratik ülkelerde, gazete ve televizyonların başında parti komiserleri bulunmuyor, “filanca haberi görmeyin” emri verilmiyor. O nedenle de her haber o mecralardan insanlara ulaşabiliyor. Erdoğan’ın derdi aslında haberin neden görülmediği ile ilgili değil. İstediği şey, burada kendi yaptıklarının görülmemesi. Meydanlara çıkma özgürlüğünü değil, meydanlara çıkanların dövülüp, hapse tıkılması keyfiyetini savunuyor. Yani demek istiyor ki “biz burada muhalif parti liderlerini hapse atalım, sivil toplum kuruluşlarının liderlerini içeri tıkalım, gazetelerde aykırı ses varsa onları da işten atalım, sokağa çıkanı bir güzel benzetelim, kimse sesini çıkarmasın.” Ve Erdoğan açısından maalesef ki o işler öyle yürümüyor artık. Bu işler Türkiye açısından ne zaman düzelir diye bana soracak olursa, önce güvenilir ve gerçekten bağımsız bir yargının oluşması gerekir derim. Herkes bilir ki Fransa’da bir insanı suçsuz yere hapiste tutmak o kadar kolay olmaz. Yargı bağımsızdır, devletin başındaki kişinin uluslararası mahkeme kararlarını “bizi bağlamaz” diye eleştirdiği de duyulmamıştır. Türkiye’nin kendi dertlerini dünyaya bir türlü anlatamıyor olmasının nedeni de tamamen budur: İşleyen bir demokrasiniz ve bağımsız bir yargı düzeniniz yoksa, haklı olduğunuz konularda bile derdinizi anlatamazsınız. Cumhurbaşkanı artık tek yetkili. Türkiye’de, Fransa ayarında bir demokrasinin koşullarını yaratsın, gerektiğinde o da sokaklarda gösterici dövdürebilir.
***
Toprak Mahsulleri Ofisi’nin verilerine göre 2016 yılında 73 bin ton olan pirinç ithalatı, 2018 yılının ilk 9 ayında 186 bin ton oldu. Yıl sonuna kadar bu rakam 200 bin tonu geçecek gibi görünüyor. 2017 yılında bu rakam 149 bin ton idi. Çin, Arjantin, İtalya, Yunanistan, Hindistan, Ukrayna, Myanmar gibi ülkeler, Türkiye’nin “pirinç tedarikçileri”. Yetkililer, ithalatın gerekçesi olarak şunu söylüyorlar: Üretim, tüketimi karşılamıyor! Yetkililere bir alkış rica ediyorum, bu sorunun nedenini müthiş bir isabetle tespit etmişler. Zaten Trabzonspor da Fenerbahçe’den bir gol fazla attığı için maçı kazanmıştı! Öte yandan bu yıl ürettiğimiz soğanın neredeyse beşte birini doğru depolanmadığı için kaybettik: 400 bin ton., Türkiye belki bilmiyorsunuz ama soğan da ithal eden bir ülke. 2015 yılında 11.275 ton, 2016'da 203 ton, 2017'de 279 ton soğan ithalatı gerçekleştirilmiş. Doğru depolamadığımız için çürüttüğümüz soğanın yanında pazar filesini doldurmayacak bir rakam bu. Şimdi demli bir çay da iyi gider ama Türkiye Cumhuriyet’in 100. Yılında çay ithal eden bir ülke de olacağız. Üretim alanları genişletilmediği için artan talep, üretimin üstünde kalacak. Nohut, mercimek, kuru fasulye, buğday... Hepsinde aynı tablo. Et ve süt için de aynı şeyi söyleyebiliriz. Tarımsal üretimimiz, ihtiyacımızı karşılamıyor ve buna karşı AKP iktidarının 16 yıldır yapabildiği tek iş, ithalata gaz vermek. Meselenin özüne yönelik çözümler geliştirilmediği için de ithalat her yıl bir öncekinden fazla oluyor. Tarımsal üretim de her yıl bir önceki yılın altına iniyor. Üretimin böyle sınırlı, talebin böyle çok olduğu bir ülkede köylünün de refah içinde yaşıyor olması lazım aslında. Ama tam tersi. Tarım üreticisi, kendi emeğinin karşılığını bile zor alabiliyor. Refah içinde olanlar gıda ithalatçıları ile gıda toptancıları. Ürünü para etmeyen, tarım politikalarından olumsuz etkilenen köylü oyunu “dindardır” diye bu iktidara veriyor, muhalefet ise ittifak peşinde koşmayı politika yapmak zannediyor. Muhalefetin tarım politikası ne olacak, bu iktidarın yapamadığı neyi yapacak? Aranızda bunu duyan, bilen var mı?
***
“Fransız güvenlik güçlerinin göstericilere sertleşen müdahaleleri ve orantısız güç kullanmaya varan uygulamaları da kaygı vericidir. Demokrasilerde diyaloğun gerekliliğine inanıyoruz.” İster inanın, ister inanmayın, bu sözler Türkiye Cumhuriyeti Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Hami Aksoy’a ait. Hami Bey’i tanımam, kişisel olarak bu söylediklerine inanıyor ve gerçekten kaygı duyuyor olabilir. Ama bunu Türkiye Cumhuriyeti’nin bakanlığı adına yaptığı için kendimi gülmekten alamıyorum, kusura bakmasın.