Ekrem İmamoğlu’na mazbatanın verilmesinin ardından özellikle İstanbul’da bir “rahatlama” havası var.
Açıkça yazıp çizemiyorlar belki ama yandaş medyadaki köşelere de sızan bir hava bu.
Bakmayın AKP Genel Başkan Yardımcısı’nın ne anlatmak istediği bir türlü anlaşılamayan acayip cümlelerine.
Mesela şöyle bir cümlesi var: “Hiçbir şey olmasa bile kesinlikle bir şeyler oldu ama fark edemedik.”
Konuşmasının içinden ayıklasak böyle onlarca cümle bulmak mümkün.
Böyle abuk sabuk cümleler kuruyor çünkü o da gerçeği biliyordu.
Aslına bakarsanız bu sonucu beklediklerini düşünüyorum.
İtirazlarının bir sonuç vermeyeceğini bizlerden daha iyi biliyorlardı. Çünkü her seçimde oluğu gibi bu seçimde de her sandıkta temsilcisi bulunan parti AKP idi, ellerinde sandık sandık tutanaklar vardı.
Zaten seçimden önceki iki gün Cumhurbaşkanı’nın işi gücü bırakıp İstanbul’da semt semt mitingler yapması da bu tehlikenin farkında olduklarının bir işaretiydi.
“Araştırmalara inanmıyoruz” diyorlardı ama araştırmalar İmamoğlu ile Yıldırım arasındaki yarışın başa baş geçeceğini gösteriyordu.
Şimdi iki tarafta da genellikle şu vurgulanacak: İşte gördünüz, Türkiye’de seçmenin iradesinin önüne kimse geçemiyor, sandıkla gelen, sandıkla gidiyor!
Bunu diyenlere “hop dedik” demek istiyorum.
Maalesef sandıkla gelenin, sandıkla gitmesi uygulaması belli yerler ve belli siyasi partiler açısından geçerli değil.
Seçimlerden önce Kürt oyları ile ilgili iktidar kanadından gelen eleştiriler ve muhalefetin mahcup tutumu üzerine “Kürdün oyuyla, Türkün oyu eşit değil mi” diye soran bir yazı yazmıştım.
YSK’nın seçim sırasında belli merkezlerde gösterdiği tutuma bakıp aynı şeyi tekrar sormak istiyorum: Bu memlekette, “eşit yurttaşlık”tan artık söz edemeyecek miyiz?
Kürdün seçtiği ile, Türkün seçtiği arasında ayrım yapmak, bu ülke için gerçek beka sorununu yaratmıyor mu?
YSK, bu seçimde hiç olmayacak bir işe imza attı.
Seçilmiş belediye başkanlarının, KHK ile memuriyetten çıkarılmış olmalarını gerekçe göstererek, seçimi kazanmayan, ikinci sıradaki adaşlara mazbatayı verdi.
Normal demokratik tavır, o adayların bu teklifi elleriyle geri çevirmeleri olurdu.
Ama bir kez daha gördük ki Türkiye’de demokratik kültür, herkes tarafından özümsenip, içselleştirilmiş bir şey değil.
YSK, seçimden önce bu kişilerin adaylığını uygun bulup, ilan etmişti.
Zaten, milletvekili seçiminde de bu durumdaki adaylar kazandığında, milletvekili mazbatalarını vermekte tereddüt de etmemişti.
Şimdi bu durduk yerde nereden çıktı?
YSK, kanunda olmayan bir kuralı koyuyor ve temel bir Anayasal hakkı, seçme ve seçilme hakkını çiğniyor.
Anayasal haklar, mahkeme kararı olmadan kısıtlanamaz. İdari kararlar ile Anayasal hakların kullanılması engellenemez.
Bildiğiniz gibi YSK’nın kararları kesin.
HDP’nin itirazı, YSK’nın kararını değiştirmesine yetmedi, karar kesinleşti. YSK’nın kesin kararlarına karşı yargı yolu kapalı.
Bu karara karşı mahkemeye gitseniz de önünüze bu gerekçe çıkacak.
YSK, yargıçlardan oluşmakla birlikte bir mahkeme değil.
Kendilerini mahkeme yerine koymaktan vazgeçmeleri için bu itiraz fırsatını kullanırlar diye ümit ediyordum ama boş çıktı.
YSK, adamına göre karar veriyor.
Türkiye’de serbest ve eşit seçimin mezarını kazanlar arasına bu yargıçların adını da yazın.
***
Diyarbakır Büyükşehir Belediye Başkanlığı’na kayyım olarak atanan kişinin, kendisine yaptırdığı “özel çalışma makamını” gördünüz mü, bilmiyorum.
Yeni seçilen başkan bu ilginç “ofisi” videoya çekti.
Kayyım Bey, bu eşi benzeri zor bulunur çalışma odası için 2 milyon 127 bin 725 lira harcamış.
Bunun ne kadarı mobilyalara gitti, ne kadarı tadilat için inşaatçılara ödendi, onu bilmiyorum.
Odayı ve odanın bağlantılı eklerini izlediğim zaman bunun aslında görsel bir ansiklopedinin “kitsch” maddesi için yapılmış olduğunu düşündüm.
Bu Almanca terim, bayağı, banal, rüküş, sıkıcı, görgüsüz kibrini yansıtan ürünleri topluca tanımlamak için de kullanılıyor.
Benzerini malum sarayda da görmek mümkün ama tabii orası daha da pahalı!
Cumhurbaşkanı’nın kendine çalışma makamı olsun diye tefriş ettiği hemen her yerde ki bunların bazıları tarihi saraylar aynı durum var.
Merak ediyorum, şöyle sade, rahat, çalışırken insanın üstüne üstüne gelmeyen modern mobilyalarla döşenmiş bir makamda otursalar, kendilerinden bir şeylerin eksildiğini mi düşünüyorlar?
Bu meslekte 44 yılı devirdim. Eski Türkiye’nin yöneticileri ile siyasi görüşlerim hiç uyuşmadı. Yeni Türkiye’ninkilerle de öyle.
Ama şunu söylemeliyim, eski Türkiye’nin yöneticilerinde biraz “alem ne der” korkusu vardı. “Seçmene hesap verme” endişesi taşırlardı.
Makamda ısmarladıkları çay – kahveyi bile cebinden ödeyenler ezici çoğunluktaydı.
Şimdi baktığınızda bu arkadaşlar dindarlar filan. Yani bu tür dünyevi şeylere aslında en az önem vermesi gereken insanlar.
Ama öyle bir hırs var ki içlerinde Hz. Ömer’i, Ebubekir’i filan çoktan unutmuşlar ve işin komiği onlara bunu hatırlatmak benim gibi tiplere düşüyor!
Acaba diyorum, bu “saray takıntısı”, eskiye özlemden mi kaynaklanıyor?
Ama şunu da adım gibi biliyorum: Abdülhamit dirilse ve bu görgüsüzlükleri görse, bunların hepsini sopayla kovalardı.