Günün birinde "göçmen karşıtı ulusalcı" olmakla eleştirileceğim, doğrusunu isterseniz hiç aklıma gelmemişti.
Bu eleştiriyi yapan okuyucum, "ırkçı olmadığımı düşündüğünü" de yazmış, buna sevinmeliyim sanırım.
Okuyucum, Londra merkezli "Refugee Action Kingston" adlı sivil toplum kuruluşunda görevli ve geçen gün yazdığım yazıda istikrarı tamamen demografiye bağladığımı, Afgan mültecilerin arasındaki erkeklerin yoğunluğuna bakarak "iyi mülteci – kötü mülteci" ayırımı yaptığımı da yazmış.
Demek ki görüşlerimi tam olarak açıklayamamışım, tekrar açıklamaya çalışayım.
Ülkemizdeki Suriyeli geçici sığınmacı sayısı 23 Temmuz 2021 tarihi itibarıyla bir önceki aya göre 6 bin 484 kişi artarak toplam 3 milyon 690 bin 896 kişi oldu.
İç savaşın büyük ölçüde bittiği, insanların köylerini, akrabalarını bayramlarda ziyarete gidebildiği bir ülkeden bir ayda 6 bin 484 geçici sığınmacı daha gelmiş.
Öyle görünüyor ki bu sayıdaki artma eğilimi sürecek.
Türkiye, Suriye'de savaştan kaçanlara "geçici sığınmacı" statüsü veriyor ancak şurası gerçek ki bu insanların ezici çoğunluğu kalıcı olacak, bütün araştırmalar bunu gösteriyor.
Suriyelilere geçici sığınmacı statüsü vermek, deve kuşu gibi başını kumlara gömmekten farksız.
Göçmenlerin çoğunluğu kadın ve çocuk, Türkiye'nin hemen her kentine dağılmış durumdalar. Çalışıyorlar, kendilerine ait işyerleri kuranlar var, az sayıda vatandaşlık alan da.
Neredeyse her kentte bir Suriyeli gettosu oluşmuş durumda.
Bu göçmenlerin en az dörtte üçü, geleceğin Türkiye'sinde vatandaş olarak yer alacaklar. Onlara "geçici" demek, dönmelerini sağlayacak bir şey değil.
Erdoğan rejimi, bu konuyu hamaset konusu haline getirdi ancak ne göçmenler için bir uyum programımız var ne de Türkiyeliler için bir uyum programımız var.
Durum tam olarak "saldım çayıra, Mevlam kayıra" durumu.
Yarısı 0 – 18 yaş aralığında çocuk olan Suriyeli mültecilerin eğitime ulaşmalarında da sorunlar sürüyor.
Araştırmalar açık şekilde gösteriyor ki Suriyelilerin çoğu, ileride dönebilecek bir ülkeleri oluşsa bile dönmeyecek ve zaten ileride dönebilecekleri bir devlet de büyük ihtimalle hiç olmayacak.
Suriyeli sığınmacılar ile ilgili sorunumuz artık Türkiye'de yerli halkla uyum içinde yaşamalarının nasıl sağlanacağı sorunu.
Muhalefete düşen, Erdoğan'ın yarattığı bu sorunu nasıl çözebileceğine kafa yormak.
Sorunu çözmenin yolu da çağımızda "davullu – zurnalı tehcir" değil!
Türkiye, Suriye sınırını kapatamazdı. Savaştan kaçan sivilleri, arkalarından gelen silahların önüne atmak olmazdı.
Suriyeli göçmen sayısı, gerçek tehlikeyle yüz yüze olanlarla sınırlı tutulabilirdi.
Sayının 3 milyon 600 bine ulaşması Erdoğan yönetiminin "açık kapı" politikasının sonucuydu.
Erdoğan zannetti ki Suriyeli göçmen sayısındaki artış AB ve ABD'yi korkutur, savaşa müdahale etmeleri sağlanabilir. Yanıldı.
Ancak Afgan göçmenler için aynı durum yok.
Taliban'dan canlarını kurtarmak için kaçan Afganlar, İran ya da Pakistan sınırından geçtikleri andan itibaren canlarını kurtarmış oluyorlar.
Barındırılmaları ve korunmaları gereken yer İran ve Pakistan.
Oralarda insani koşullar altında yaşamalarının sağlanması için Türkiye'nin yapabileceği, bugün Avrupa Birliği'nin Türkiye'deki Suriyeli sığınmacılar için yaptığından daha fazla değil.
Oralardaki koşullarını iyileştirmek, çocukların eğitimine olanak sağlamak için para yardımı yapmak.
Ve belli bir program dahilinde "mülteci" statüsü de vererek makul sayıda göçmeni kabul etmek.
Tıpkı AB'nin, Birleşik Krallık'ın, ABD'nin yaptığı gibi!
Kültürel olarak bambaşka bir toplumsal iklimden gelen 1 milyon düzensiz erkek göçmenin yaratabileceği sorunlara dikkat çekmek, iyi mülteci – kötü mülteci ayırımı yapmak değil.
2020 yılında, Türkiye'nin kadın nüfusu 41 milyon 698 bin 377 kişi, erkek nüfusu ise 41 milyon 915 bin 985 kişi oldu.
Bu erkek nüfusa 1 milyon genç erkeği ekleyin ve düşünün: Demografideki bu değişim, nasıl bir sorun yaratır?
Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu, Taliban'ın yönetim anlayışını değil, verdiği bazı mesajları olumlu karşıladıklarını açıkladıktan sonra şunu söyledi:
"Kendi menfaatlerimiz için herkesle görüşmek lazım."
Bu sözlere kimin itiraz edeceğini biliyorum: Recep Tayyip Erdoğan.
"Diklenmeden dik duran adamın" dış politikadaki mottosu şu değil miydi: Daha da gelmem, daha da konuşmam!
Hatta Mısır Cumhurbaşkanı Sisi ile aynı yemek masasında oturmamak için ABD Başkanı'nın yemeğine dahi katılmayı reddetmiş, uçağa atladığı gibi geri dönmüştü.
Erdoğan'ın bu politikasının sonuçlarını biliyoruz:
Yunanistan – Kıbrıs meselelerinde bugüne kadar arada kalmamaya çalışan Mısır ve İsrail, ilk kez Yunanistan ve Kıbrıslı Rumlarla ittifak kurdular.
İsrail'e karşı yürütülen politikanın bir sonucunu Suriye'nin kuzeyinde ABD – YPG işbirliği olarak aldık.
O günlerde bizler "Türkiye'nin çıkarları için herkesle görüşmek gerekir, ideolojik rezervler ile dış politika yürütülmez" diye yazıp, çizerken Erdoğan şakşakçısı koro "onurlu yalnızlık" nutukları atıyordu.
Ve sonunda görüyoruz ki Dışişleri Bakanı da aynı noktaya gelmiş: "Kendi menfaatlerimiz için herkesle görüşmek lazım."
Bu ifade, aynı zamanda bugüne kadar Erdoğan yönetiminin izlediği dış politikanın iflasının kabul edildiği anlamına da geliyor!