Evrensel gazetesi yazarı Ender İmrek, dün Emine Erdoğan’a hakaret ettiği gerekçesiyle hakim karşısındaydı.
İmrek, geçtiğimiz yıl bu vakitlerde Tokyo’daki G – 20 zirvesinde çekilen bir fotoğraf ile ilgili bir yorum yazmıştı.
Bu fotoğrafta Emine Hanım kolundaki, 50 bin dolar değerinde siyah bir Hermes çanta ile görüntülenmişti.
"Siyah çanta" diyerek geçemeyeceğim, çünkü böyle bir çanta her türlü övgüyü hak eden, özel bir çantadır.
* En başta gelen özelliği, bu çantanın ilk örneğinin Monaco Prensesi ve film oyuncusu Grace Kelly için üretilmiş olmasıdır. "Kelly bag" olarak bilinir, o serinin de en pahalı örneğidir.
* Bu çanta "limited edition"! Yani sınırlı sayıda üretilmiş. Bunun nedeninin fiyatı olduğunu tahmin edebilirsiniz. Böyle bir çantayı kaç kişi alabilir ki seri üretimi yapılsın?
Böyle olduğu için de "koleksiyon parçası" muamelesi de görüyor, ikinci elde, üçüncü elde bile değerlendirilebiliyor.
* Emine Hanım’ın kolundaki çanta krokodil derisi. Yani bildiğiniz timsah derisi ama moda alemi krokodil demeyi tercih ediyor, belki daha havalı oluyor diye. Fiyatı arttıran hususlardan biri bu.
* Kilit mekanizması ve metal aksesuarları altın kaplama.
* Ve bütün bunları bir araya getiren de Hermes markası!
Ağzında altın kaşık ile doğanlar için tasarlanmış aslında ama kurban olduğum rabbim, bir tanesini Emine Hanım’a da nasip etmiş.
Hediye olduğunu düşünmüyorum.
Hediye olsaydı, kanunen hediyenin değeri ve kim tarafından verildiği bildirilip, kayda geçirilmiş ve Hazine’ye teslim edilmiş olurdu.
Gerçi bizim yetkililerimiz bu kanuna uymayı genellikle ihmal ederler ama sanmıyorum ki Emine Hanım buna tenezzül etsin!
Belli ki küçük tasarruflar bir araya gelmiş ve itibardan tasarruf olmaz denilerek paraya kıyılmış.
Kim bilir, bizim mahalledeki kadınların altın günleri gibi AKP’li kadınların da çanta günleri vardır. Belki!
Tesadüf bu ya, Emine Hanım’ın geçtiğimiz yılın haziran ayında bu çanta ile görüntülendiği günlerde, Canan Kaftancıoğlu da yargıç karşısına çıkarılmış.
Ve yine tesadüfe bakın ki Canan Hanım’ın 9 yıl 8 ay 20 günlük cezası geçen gün onaylandı.
Ve yine tesadüfe bakın ki Emine Hanım’ın çantasını yazan gazeteci de dün hakim karşısındaydı.
Belli ki savcıya, "bu adamı içeri tıkın" talimatı verilmiş, o da şöyle bir suç yaratmış:
"Emine Erdoğan’a güzel vasıflar atfetmeyerek hakaret!"
Gülsem ayıp kaçacak, ağlasam ne faydası var?
Dün, mahkemeye çıkarılan gazeteciler arasında Barış Terkoğlu, Barış Pehlivan, Hülya Kılınç, Ferhat Çelik, Aydın Keser, Murat Ağırel ve Akhisar Belediyesi Basın Birimi görevlisi E.E. de vardı.
Herkesin Cumhurbaşkanı’ndan öğrendiğini yazdılar diye!
Bütün bu davaların gerekçesi aslında şu: Suyumu bulandırıyorsun!
Öyle söyleyemedikleri için gazetecilerin kimisini casus yapıyorlar, kimisini hain, kimisini "güzel vasıfları görme engelli"!
Hep söylediğim gibi, otokrasilerde bu tür davalar açılır ki diğerleri kendilerine çeki düzen versin!
"Atacaksın üç tanesini içeri, gör bak yapıyorlar mı" şeklinde gelişen kahvehane muhabbetinin, bin odalı Saray versiyonu budur.
Basının özgürce faaliyet göstermesi, otoriter rejimler için en büyük tehlikedir.
Basın özgür olursa, halkı kandırmak, uyutmak, karışık işleri gözlerden kaçırmak o kadar kolay olmaz.
İktidar elitinin ani zenginleşmesini "tutumlu bir ev yaşantısına" bağlamak mümkün olmaz ki en büyük tehlike budur.
Ağızlar öyle bir açılır ki, büzecek iplik yetmez.
Onun için otoriter rejimlerin önceliklerinden biri de ağızların açılmasını en başından engellemektir.
Ama ne yaparsan yap, bu gazeteci milleti de bir yerden başını çıkarıverir.
İçeriye üç tane değil, 300 tane de atsan sonuç değişmez.
Türkiye Diyanet Vakfı’na (TDV) ait Komaş A.Ş., Nakşibendi Şeyhi Mahmut Hoca’nın kurduğu bir okulu satın aldı.
Vakıf, kendisini "insanlığın hizmetinde olma gayesiyle çalışan bir iyilik hareketi" olarak tanımlıyor.
Ve belli ki bu iyilikten yararlanma sırası, Nakşibendi tarikatının batık okuluna gelmiş.
TDV’nin kendisini anlattığı internet sayfasında şöyle bir cümle var:
"Vakıf geleneği, İslam medeniyetinin insanlığa bir hediyesidir."
Doğru ancak eksik bir tanım.
Hazreti Ömer, Peygamber’in de onayıyla bir bahçesinin gelirini yoksullar için harcanmak üzere bağışladığında bugün "vakıf" dediğimiz kurumların temelini atmıştı.
Bu işin sırrı, kişilerin ya da ailelerin, kendilerine ait nakdi ya da ayni varlıkları vakfetmesidir.
Bizdeki gibi el kesesinden vakıf olmaz.
TDV, kimin parasını harcar sorusuna geliyoruz.
Elbette bir hayırsever destekçi grubu vardır. Sonrası?
Sonrası kamu kaynaklarıdır. Doğrudan ya da dolaylı olarak vakfa aktarılan kamu kaynakları.
Yani esasen, kamu kurumlarınca gerçekleştirerek geliri Hazine’ye girmesi gereken bazı işlerin, TDV ve bağlı şirketlerince yapılıp, karının kullanılması işidir ki buna vakıf diyemeyiz.
Hazreti Ömer tabii bu yaptığınız işe kendi başlattığı geleneği kılıf yapmanıza karşı bir şey yapabilecek durumda değil.
Ama hiç olmazsa onun gibi davranmaya çalışabilirsiniz.
Bu da hesap verebilir olmakla ilgilidir. Eylem ve işlemlerinin herkesin gözünün önünde cereyan etmesi yani şeffaflık ve hesap verebilirlik!
Onun için bu özel okuldan başlayalım mesela.
Kaça alındı, kim aracılık etti, fiyatı kim tespit etti, daha ucuza alınabilir miydi, benzeri okullar kaça satılıyor?
Biliyorum kulağınızın üstüne yatıp, bana yanıt vermeyeceksiniz.
Ben insanlığın faydasına olsun, sizlere iyiliğim dokunsun diye soruyorum.
Bilmiyorum farkında mısınız? Halk TV, Deniz Baykal tarafından İngiltere’de yaşayan bir Türk iş adamına satıldı.
Bu televizyonun mülkiyeti Deniz Bey’e nasıl geçti, satış bedelini kim tahsil etti, bilmiyorum.
Bildiğimiz, Cafer Mahiroğlu isimli işadamının satın aldığı ve işlemlerin eniştesi adına yapıldığı.
Bu tür alım – satımlarda şeffaflık önemlidir ve Halk TV gibi bir kurumun buna özen göstermesini beklememiz gerekir.
Bununla ilgili bir açıklamaları olursa, bana yollayabilirler.
Dikkatinizi çekmek istediğim konu, bugün Türkiye’ye hakim olan yönetim zihniyetinin nasıl çalıştığı.
Havuz gazetesinin yazarından öğreniyoruz ki MASAK bu alış verişi mercek altına almış, inceliyormuş.
Burhan Bey’in, uyuşturucu taciri ile parasal ilişkisini araştırmayan MASAK, gözünü bir muhalif televizyon kanalına dikmiş belli ki!
Bununla da kalmamış, Mahiroğlu’nun İstanbul’da kardeşleriyle ortak olduğu Özdemir Üç Tekstil’de de vergi uzmanları denetime başlamışlar.
Muhalif kanalları satın almaya niyetli iş adamlarına göz dağı olmak üzere sıkı bir vergi cezası da keserlerse hiç şaşırmayın derim.
Zamanında Aydın Doğan’a ibret – i iş alemi olsun diye kesilen 1 milyar dolarlık vergi cezasını hatırlayalım.
Belli ki Fethullahçıların o yıllardaki taktikleri, bunlara miras kalmış.
Ana akım medyanın tümünün sahiplik yapısını, kamu kaynaklarıyla finanse ederek değiştirdiler ama bu hâl'a onlara yetmiyor.
İstiyorlar ki başkası bu işlere girmesin.
Girmeye cesaret edeni de vergi denetimiyle, MASAK soruşturmalarıyla korkutmak peşindeler.
İktidara gelirken "manşetlerle çarpıştıklarını" söylüyorlardı.
Giderken de "manşet ata ata" gidecekler gibi görünüyor.