İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı’nın Rize gezisi, gezinin içeriği ve anlamından daha çok, davetli gazeteciler üzerinden tartışıldı.
O niye çağrıldı, bu niye otobüsteydi, sen de mi İmamoğlu filan…
Tartışmanın genel seviyesi de bu düzlemde gerçekleşti.
Belli ki halkımızın Recep Tayyip Erdoğan’a karşı olan bir kesimi, gün gelir de kendisi iktidar fırsatı bulursa, Recep Tayyip Erdoğan gibi davranmak eğiliminde.
İmamoğlu’nun gezisini düzenleyen ben olsaydım, davetli gazeteci bileşimi böyle mi olurdu, doğrusunu isterseniz bunu düşünmedim.
Öte yandan şaşırmadım da.
İmamoğlu ve basın ekibinin, medya ilişkileri ile ilgili genel tutumlarından çok da uzaklaşmadıklarını düşünüyorum.
Ve elbette her politikacının, her gazeteci ile arasının iyi olmasını da beklememeliyiz.
Ve nasıl ki her gazeteci, görüştüğü, haber için konuştuğu, gezisine katıldığı herkesle aynı fikri paylaşmak zorunda değilse, aynı şey politikacılar için de geçerlidir.
Siyasi çizgileri uyuşmayan gazetecileri davet etmelerinde bir sakınca yoktur hatta fayda vardır.
Eleştirilmesi gereken çizgi, Recep Tayyip Erdoğan çizgisidir.
Akreditasyonu da aşan embedded (iliştirilmiş) tiplerden başkasını gazeteci olarak görmemek, uçağına, toplantısına vs. çağırmamak. Çağırdıklarına da soru sorma fırsatı vermemek hem soruları hem yanıtları yazılı olarak ellerine tutuşturup göndermek diye özetleyebileceğim bir çizgi bu.
İmamoğlu’nun ya da diğer muhalefet politikacılarının da birer Recep Tayyip Erdoğan olmasını mı bekliyoruz?
Hayatımızdan bir tanesi neyse ki geçip gitmek üzere, bu kadarı biz Türklere en azından bir iki yüzyıl kadar yeterli gelmiş olmalı.
Öte yandan durup düşünelim: Hayatımız hep rövanş kavgalarıyla mı geçecek?
20 yıllık AKP iktidarının açtığı yaraları, yıktığı insanları elbette yok saymıyorum.
Bundan sonraki hedefimiz, bu yaraların intikamını almak mı olmalı, bir daha böyle acılara meydan vermeyecek bir hukuk düzenini tesis edebilmek için el ele vermek mi olmalı?
Benim tercihim ikinciden yana.
Bugün Erdoğan nomenklarutasının yaptıklarının acısını çıkarmak için, iktidar el değiştirdiğinde aynı şeyi onlara mı yapmayı istiyoruz?
O zaman bu bitmek tükenmek bilmeyen bir intikam ateşinin bu ülkede hiç sönmemesi anlamına gelmeyecek mi?Her iktidara gelen, kendinden öncekilerden intikam almak için bugünkü iktidarın yaptığı gibi hukuku bir kenara iterse, sonumuz ne olacak?
Türkiye, ebediyete kadar birbiriyle kavga eden, birbirinden intikam almak için yanıp tutuşan insanların ülkesi mi olacak?
Kavga ederek, intikam peşinde koşarak bir yere varamayacağımızı bilmeliyiz.
Suç işleyenlerden, hukukun içinde kalarak hesap sormak başka, intikam peşinde önüne geleni iteklemek başka.
Şunu bilmeliyiz ki bir gün bir yerde bir çizgi çekip, yolumuza huzur içinde devam etmemiz şart.
Yoksa bütün enerjimizi, bu kavgalarla eritip, bitireceğiz ve günün birinde göreceğiz ki artık üzerinde tepinebileceğimiz bir ülke de kalmamış, devlet de kalmamış, ele geçirilecek iktidar da kalmamış.
***
Ekrem İmamoğlu’nun, “bayramlaşma” gerekçesiyle düzenlediği miting ve gezi, muhalefetin çoktandır unutmuş göründüğü bir evrensel gerçeği tekrar hatırlamamızı sağladı: Tabiat, boşluk sevmez.
Siyaset de tabiat gibidir, boşluk sevmez.
İmamoğlu, belli ki ortaya çıkabilecek iki boşluktan birini doldurmaya talip.
Mümkünse Cumhurbaşkanı adayı olmak istiyor, arkasındaki rüzgârın onu buraya taşıyacağına inanıyor.
Altılı masa, bir Cumhurbaşkanı adayını ortaklaşa belirleyeceğini söylüyor ama bugünden şunu tahmin edebiliriz ki bu aday CHP içinden ya da CHP çevresinden çıkacak.
İmamoğlu, bu gerçeğin farkında, halk nezdinde gücü olduğunu göstermeye çalışıyor.
Bu olmaz ise hedefi daha net: CHP Genel Başkanı olmak.
Kılıçdaroğlu, çok heveslendiği Cumhurbaşkanlığı adaylığı, muhalefet masasında onaylanırsa partisinden istifa edecek.
Bunu daha önce açıklamıştı: Aday olan kişinin partisiyle ilişkisi kesilecek.
Yani Kılıçdaroğlu seçimi kazansa da kaybetse de CHP’nin kendisine yeni bir Genel Başkan seçmesi lazım.
İmamoğlu belli ki Cumhurbaşkanı adayı olmayı başaramaz ise CHP’nin Genel Başkanlığı’na aday olacak.
Bir tür “amorti” gibi yani!
***
Olmaz ama varsayalım: Günün birinde, kamuoyunda belli bir bilinirliği olan birisi çıkıp “AKP’ye oy verenleri vatandaşlıktan çıkaralım. AKP’ye oy verenin elleri kurusun” derse, memleketimizin savcıları ne yapar?
Ne yapabileceklerini biliyoruz: TCK’nın 216. Maddesi raftan iner.
“Halkın sosyal sınıf, ırk, din, mezhep veya bölge bakımından farklı özelliklere sahip bir kesimini, diğer bir kesimi aleyhine kin ve düşmanlığa alenen tahrik etti” denilerek soruşturma açılır, hapis cezaları istenir, hatta belki “sanığın kendi güvenliği için” tutuklu yargılanması bile söz konusu olabilir.
Ama bakın Cübbeli Ahmet diye bilinen ve kamuoyunun belli bir kesimi üzerinde ciddi etkisi olabilecek birisi çıkıp “halkın sosyal sınıf, ırk, din, mezhep veya bölge bakımından farklı özelliklere sahip bir kesimini, diğer bir kesimi aleyhine kin ve düşmanlığa alenen tahrik ediyor” savcılarımızdan tık yok.
HDP bu ülkenin Anayasa’sı tarafından “siyasi hayatın vazgeçilmez unsuru” kabul edilen bir parti değil mi?
HDP seçmenleri, bu ülkenin eşit haklara sahip vatandaşları değil mi?
Kimin haddine onların ellerini “kurutmak”, vatandaşlıktan atmak?
Yoksa savcılarımız, bu ülke vatandaşlarının oylarını alarak TBMM’de grup kurabilmiş bir parti ve seçmenleri için bu söylenenleri içten içe alkışlıyorlar mı?