Politikayı izleyenlerin dikkatini mutlaka çekmiş olmalı, MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli ve diğer MHP yöneticileri, GP Genel Başkanı Ahmet Davutoğlu'ndan söz ederken ısrarla "Serok Ahmet" diyorlar.
"Serok" Kürtçede "önder, lider" anlamına gelen bir kelime ve doğal olarak Davutoğlu, MHP'liler için "önder" sayılmayacağına göre, bu bir özel duruma vurgu yapmak için kullanılıyor olmalı.
O özel durum, açılım süreci / demokratikleşme süreci / barış süreci adı verilen dönemde Ahmet Davutoğlu'nun Başbakan olmasından kaynaklanıyor.
O günlerde Devlet Bahçeli'nin, Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan için "Kandil yetiştirmesi, Öcalan ile Başkanlık konusunda söz kesti" gibi sözler söylediğini de hatırlatayım.
Gerçi başka şeyler de söylemişti ama şimdi onları burada tekrarlayarak, saçma soruşturmaların muhatabı olmayacağım, hafızası zayıf olmayan herkes o sözleri de hatırlayacaktır.
Hatta o günlerde (10 Eylül 2015) MHP'nin, başta Recep Tayyip Erdoğan olmak üzere çözüm sürecinde fiilen görev yapanlar için 22 sayfalık bir dilekçeyle suç duyurusunda bulunduğunu da hatırlıyoruz.
Çok ilginç bir gelişme olarak not etmeliyiz ki bu suçlama, 6 – 7 Ekim Kobani iddianamesinde de yer alıyor.
Selahattin Demirtaş'ı hapiste uzun süre tutma hedefiyle açılan davada iddianameyi hazırlayan Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı, zamanın hükümetleri tarafından yürütülen çözüm sürecinde görev alanları, Kandil ve İmralı'ya gidenleri, karşılıklı mesajları taşıyanları "suçlu" olarak tanımlıyor.
Elbette savcılığın iddianamesinde Erdoğan ve yakın çalışma arkadaşları yok ancak bunun "şimdilik" olmadığını söylemek de bir komplo teorisi sayılmamalı.
Kandil ile İmralı arasında haberleşmeye olanak veren izinlerin altında kimin imzası vardı?
Zamanın Cumhurbaşkanı, Başbakan'ı bu işi onaylamıyor ve desteklemiyor olsaydı İmralı vapuru yakıt alıp iskeleden ayrılabilir miydi?
Ahmet Davutoğlu'na yönelik "serok" tanımlamasıyla birlikte eski suç duyurusunu ve yeni iddianameyi bir çerçeve içine oturturken, siyasal şiddetin belli bir kesimi hedef alarak tırmandırıldığını da unutmayalım.
Furkan Vakfı imzasıyla dağıtılan "şeriat bildirgesi" de tam bu kargaşanın ortasına düşüyor.
Vakıf, bu bildirinin kendisi tarafından yazılıp, dağıtılmadığını açıkladı. Bunu kimin planladığını ve gerçekleştirdiğini de halen bilmiyoruz.
Bütün bunlara topluca bakınca şunu söylemeden edemiyorum: Hiçbir şey olmuyorsa bile bir şeyler oluyor gibi!
GP Genel Başkan Yardımcısı Selçuk Özdağ'a saldıranların savcılıktaki ifadeleri peyderpey ortaya çıkıyor.
Tutuklu şüphelilerden biri, iş aramak için bir arkadaşlarının aracını aldıklarını, sonra aracı adresini bilmedikleri bir sokağa park edip, yaya olarak iş aramaya çıktıklarını o sırada Özdağ ile tesadüfen karşılaştıklarını söylüyor.
Yersen tabii!
Ne zamandır işsizler sokak sokak gezerek iş arıyorlar, gerçekten merak ettim.
Saldırgan, kamera kayıtlarında aynı araçtan indikleri görülen kişileri tanımadığını, hatta onların araçta hiç olmadıklarını bile söylüyor.
İçişleri Bakanı Süleyman Soylu da bu kişilerin saldırısının "tepkisel" olduğunu, örgütlü olmadığını iddia ediyor.
Bir mahalle bekçisinin bile rahatça görebildiği organize suçu, hafifletmeye çalışıyor.
Böylece hem planlayıcıları hem de maşalarını kurtarmak ister gibi bir tutum içinde.
Bizimki gibi ülkelerde, siyasal şiddet her zaman ama her zaman örgütlüdür.
Nitekim, Hrant Dink cinayetinin üzerinden 14 yıl geçmiş olmasına rağmen hâlâ tam olarak aydınlatılamamış olması bunu gösteriyor.
Dink cinayetinin hemen ardından Başbakan Recep Tayyip Erdoğan şunu söylemişti:
"Dink cinayetinin bütün yönleriyle aydınlatılması, adaletin yerini bulması bakımından kutsal bir görevdir." (30 Ocak 2007)
Erdoğan, o gün sözlerinde samimi olup, bu kutsal görevi gerçekten yerine getirmek istemiş olsaydı, Fethullahçı çetenin nasıl bir plan içinde olduğunu da açıkça görecekti.
Kim bilir, 15 Temmuz darbe girişimini belki de hiç yaşamayacaktık. Çünkü o tarihte Fethullahçıların gizli planlarını ortaya çıkarmak mümkün olabilecekti.
Erdoğan, o günlerde de tetikçi Ogün Samast'ın örgütsel bağlantılarının "öfkeli bir gencin tepkisi" denilerek gözlerden saklanmak istendiğini de hatırlamalı.
Bu olayda Selçuk Özdağ ve Orhan Uğuroğlu şans eseri hayatta kaldılar.
Bu saldırıların ardındaki hesapların aydınlatılmasının ne kadar önemli olduğunu Dink cinayetinden biliyoruz.
Erdoğan, İçişleri Bakanı'nın "tepkisel" diyerek saldırıyı neden küçümsemeye çalıştığını mutlaka öğrenmeli.
Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, "salgın sonrası yeniden yapılanacak dünyada en önemli yükselen güç Türkiye olacak" dedi.
Gerçi henüz salgın hastalıktan vatandaşlarımızın önemli bölümünü koruyabilecek kadar aşı bulabilmiş değiliz, salgından sonraya kaç kişi kalacağız belli değil ama olsun.
Cumhurbaşkanı böyle konuşuyor ama rakamlar, onun söylediklerini doğrulamıyor.
Dünyanın en büyük 17. ekonomisi olan Türkiye, 2020 yılında 20. sıraya geriledi.
2021 yılında da 22. sıraya gerileyeceğimiz tahmin ediliyor.
Bir mucize olmaz ise AKP'nin ekonomi politikaları yüzünden Türkiye, uzun yıllardır bir parçası olduğu G 20'ye veda edecek anlamına geliyor bu.
Euronews'ün bu konudaki haberine buradan ulaşabilirsiniz.
Oysa Erdoğan, Türkiye'nin 2023 yılında dünyanın en büyük 10 ekonomisinden birisi haline geleceğini vadetmişti.
Şimdi de salgından sonra yükselen en önemli güç olacağımızı söylüyor.
Lafla peynir gemisi yürüseydi, kim bilir ne durumda olurduk?