Çocukken yılın bu mevsiminde önce İzmir'e dayıma, sonra da Salihli'ye dedem ve amcalarımı ziyarete gitme nedenimizin aslında İzmir Fuarı'nı gezmek için bir bahane olduğunu düşünürdüm.
Çocuk yaşımda İzmir Fuarı'nı gezmek ve her ülkenin kendi pavyonunda iftiharla sergilediği zamanın teknoloji ürünlerini izlemek büyüleyiciydi.
Onun için asıl amaç fuarı gezmek, gazinolara yağmur gibi yağan günün moda sanatçılarının programlarına gitmek gibi gelirdi bana.
Ama her 5 Eylül günü Salihli'de bulunmamızın bir tek nedeni olduğunu biliyorum: Kurtuluşu kutlamak!
Salihli, bilmeyenler için söylüyorum, Manisa'nın büyük bir ilçesidir. Tipik bir Ege kasabası.
Ondan çok daha küçük ilçeler il oldu ama Salihli, hemen yanındaki Akhisar ve Turgutlu ile hâlâ 'ilçe'.
Sanıyorum, İzmir ile Manisa'ya 'bir sigara içimi' mesafede olmalarının bir sonucu bu.
Aile büyüklerimiz aramızdan ayrılalı beri Salihli'ye yolum ayda yılda bir ya düşüyor ya düşmüyor.
O yüzden çocukluğumuzun alışkanlıklarının sürüp sürmediğini de bilemiyorum. Çocukluk yıllarımda, 30 Ağustos'taki Büyük Taarruzu takip eden günlerin bütün o bölge için gerçek bir bayram olarak yaşandığına tanık oldum.
1 Eylül Uşak'ın, 4 Eylül Alaşehir ve Kula'nın, 5 Eylül Salihli ve Demirci'nin, 6 Eylül Akhisar'ın, 7 Eylül Turgutlu'nun, 8 Eylül Manisa'nın, 9 Eylül de İzmir'in Yunan işgalinden kurtuluşunun yıldönümüdür.
O yıllarda dedem de dahil olmak üzere Yunan işgalini görmüş birçok insan hayattaydı. Yunan, Salihli'ye girdiğinde babaannemi kucağında yeni doğmuş babam, elinde büyük amcamla Uşak yakınlarındaki bir akraba evine emanet ederek hayatlarını güvence altına alan dedem, her 5 Eylül'de duygularına hâkim olamazdı.
Sadece o mu? Sandıkta durmaktan kat izi yapmış asker giysilerini giyen yaşlılar, İstiklal Madalyası'nı, hayatta sahip olabildikleri o çok değerli tek şeyi göğüslerinde gururla taşıyan gaziler…
Trampetlerin ve boruların sesiyle çılgına dönüp, yerlerinde duramayan atlarının üzerinde ellerindeki tüfekleri havaya sıkan, saçları kırlaşmış, sakalları bir cuma günü okunup kesilmiş yaşlı zeybekler…
Mahşeri bir kalabalığın arasında üstü açık, bayraklarla süslenmiş bir askeri araca konulmuş bir Atatürk büstü.
Ve en çok da çocuklar… Çatapatlar, mantar tabancaları ve tahta atlarla şamatada kendisine de bir yer edinmeye çalışan çocuklar…
Salihlililer için 5 Eylül, her şeyin yitirildiğinin düşünüldüğü bir anda bile direnme gücünü kendisinde bulabilmiş bir halkın bayramıydı.
Şimdi her 30 Ağustos'ta o eski 5 Eylülleri hatırlıyorum.
Çoktan toprak olmuş zeybekleri, Kurtuluş Savaşı'nın isimsiz kahramanlarını, yokluk içinde ama gururla dolu olarak aramızdan ayrılanları anıyorum.
Bugün 30 Ağustos. Büyük Zafer'in 100. yıldönümü.
1 Eylül'den itibaren de bu bölgedeki kentlerin kasabaların "100. kurtuluş günleri" kutlanacak.
Başlarına iğne oyası, göğüslerine fişeklik sarmış efeler, babalarından kalan İstiklal Madalyalarını gururla göğüslerine takmış dedeler, harmandalı oynayan ilkokul çocukları izleyeceğiz bu kentlerin sokaklarında.
1 Eylül'de Uşak'ta başlayacak, Eskişehir, Ödemiş, Kula, Alaşehir, Salihli, Akhisar, Kuşadası, Balıkesir, Aydın, İzmir diye devam edip gidecek.
Eylül ayı takvimini önünüze alırsanız nasıl bir felaketin ve yok oluşun eşiğinden dönmüş olduğumuzu daha iyi görebilirsiniz.
Eğer o zafer kazanılmamış olsaydı bu topraklarda neler yaşanacağını tahmin etmek hiç zor değil.
Daha önceki yıllarda Girit'te, Balkanlar'da, Trakya'nın büyük bölümünde neler yaşandıysa onlar olacaktı: Etnik temizlik, zorunlu göç, göç yollarında katledilen on binlerce sivil!
Etnik temizlikten kurtulmayı başaranlar ise Yozgat, Ankara, Kayseri, Konya arasına sıkışmış küçük bir toprak parçasında denize hasret yaşıyor olacaktık.
O zaman Ege yollarında giderken araya karışan radyo istasyonlarındaki Yunan müziği de "cızırtılı" olmayacaktı. Yayın buralardan yapılacaktı çünkü.
Bugün sahillerde güneşlenirken yok olup gitmenin eşiğinden nasıl olup da dönebildiğimizi tekrar düşünmenin zamanı.
Ve böyle bir günde bir dönem Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanlığı gibi bir göreve de getirilmiş şuursuz bir zavallının sözlerini okudum gazetelerde.
Eski TBMM Başkanı İsmail Kahraman "şehirlerin kurtuluş yıldönümlerinin kutlanmasına karşıyım" diyor.
"Fetih günleri kutlanır" diye ekliyor.
Kurtuluş Savaşı'nı bile yok sayıyor.
Bakın neler söylüyor:
"İstanbul'un kurtuluşu 6 Ekim, kim demiş? İzmir'in kurtuluşu 9 Eylül, kim demiş? Ne münasebet. Cihan harbi bitti, müstevliler alacaklarının birkaç kat mislini aldı ve öyle gittiler, çekildiler. Kurşun sıkmadık ki. 2 Mart'ta da aynı şey var. Ruslar çekildi gitti. Çarpışmadık, dövüşmedik, vuruşmadık. Tarihi doğru dürüst niye bilmiyoruz? Övünecek büyük bir tarihimiz varken kölelikten kurtulduğumuz tarihe niye bayram diyeceğiz. Fethettiğimiz tarihe diyeceğiz."
Utanmasa Fesli Kadir gibi "Yunan kazansaydı keşke" diye devam edecek sanki.
Tarihi kendine göre yeniden yazıyor. İstanbul, İzmir hiç işgal edilmemiş gibi.
Kurşun atılmadıysa Kurtuluş Savaşı şehitleri ve gazileri de yok demektir.
Ege'nin köylerinde, kasabalarında camilerde topluca yakılan, tecavüz edilip öldürülenler de hiç yaşamadılar anlamına geliyor bu sanırım.
Niyeti belli aslında.
Kurtuluş Savaşı yoksa, "müstevliler kurşun atmadan alacaklarını alıp, çekip gittilerse" Cumhuriyet'in kurucu kahramanları da yok demektir.
"Müstevlilerin alacaklarını alıp çekip gittiler" dediği de herhalde hilafetin kaldırılıp, Osmanlı Devleti'nin yerine Türkiye Cumhuriyeti'nin kurulması olmalı.
Dürrizade'nin cüppesinden çıktıkları için de böyle konuşmalarına aslında hiç şaşırmamalıyız.
Kim bilir belki de Fesli Kadir, İsmail Kahraman gibi tiplere içlerindekini açıkça ortaya koydukları için teşekkür bile etmeliyiz.
Türkiye'nin siyasal İslamcılarının tıyneti tam olarak işte budur.
Mehmet Y. Yılmaz kimdir? Mehmet Yakup Yılmaz, 1956 yılında Malatya'da doğdu. İlkokulu Antalya Devrim İlkokulu'nda, ortaokul ve liseyi parasız yatılı olarak Denizli Lisesi'nde okuduktan sonra Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi İktisat ve Maliye Bölümü'nden 1977 yılında mezun oldu Gazeteciliğe SBF öğrencisi iken 1975 yılında Ankara'da Mehmet Ali Kışlalı yönetimindeki Yankı Dergisi'nde başladı. Derginin Yazı İşleri Müdürlüğü görevini de bir süre yürüttü. 12 Eylül 1980 darbesi öncesinde Türk İş'e bağlı Yol İş Federasyonu ve YSE - İş sendikalarında basın müşaviri olarak görev yaptı, sendika gazete ve dergilerini yayınladı Askerlik görevini Kara Harp Okulu'nda tamamladıktan sonra İstanbul Gelişim Yayınları'nda mesleğe döndü. Gelişim Yayınları'nda Erkekçe ve Bilim dergilerinin Genel Yayın Müdürü Yardımcılığı ve ardından Gelişim TV Dergisi Genel Yayın Yönetmenliği görevlerinde bulundu 1985 yılında Hürriyet'e geçti ve Hürriyet Dergi Grubu'nu kurdu. Tempo, Blue Jean, Playmen gibi dergileri yayınladı. Daha sonra Dönemli Yayıncılık Genel Müdürlüğü görevine getirildi. Ercan Arıklı ile birlikte Dönemli Yayıncılık'ın 1 Numara Yayıncılık'a dönüşmesi sırasında Genel Müdürlük görevini üstlendi. Aktüel, Cosmopolitan, Penthouse, Oya gibi dergilerin kurucu genel yayın müdürü oldu. Bugüne kadar 30'u aşkın derginin kuruculuğunu yaptı. 1995 yılı başında Posta gazetesini yayınladı. Aynı yılın sonunda Fanatik gazetesini, 1996 yılı sonunda da Radikal gazetesini kurdu, genel yayın müdürlüğünü yürüttü. 2000 yılında Milliyet Gazetesi Genel Yayın Müdürlüğü görevine getirildi. Bu görevi 5,5 yıl sürdürdükten sonra Doğan Burda Dergi Grububu'nun CEO'luğu görevini üstlendi. 2005 yılından 2018 Eylül ayına kadar Hürriyet gazetesinde köşe yazarlığı yaptı. Ekim 2018'den itibaren T24'te yazmaya başladı. Gazete köşe yazılarından derlenen "Kırmızıyı Seçtim, Aşk Mavinin Altındaydı", "Benden Selam Söyleyin Bütün Aşklarıma", "Aşktan Sonra Hayat Var Mı", "Şaşırma Duygumu Kaybettim, Hükümsüzdür" isimli kitapları yayımlandı. "Aşk Herşeyi Affeder mi" isimli uzun hikâyesi de kitap olarak yayınlandı. "Türkiye medyasında en çok yayın başlatan gazeteci" olan Mehmet Y. Yılmaz, güncel politik gelişmelerin yanı sıra, deneme tarzındaki yazıları ile futbol üzerine yaptığı yorumlarıyla da biliniyor. |