Normal zamanında yapılırsa, TBMM ve Cumhurbaşkanı seçimine 2 yıl 2 ay var.
Ve araştırma sonuçları gösteriyor ki bu seçim, Recep Tayyip Erdoğan için hiç de kolay geçmeyecek.
Metropoll'ün düzenli olarak yaptığı araştırmanın Nisan 2021 sonuçlarına göre Recep Tayyip Erdoğan'a "kesinlikle oy vermem" diyenlerin oranı yüzde 46,5'a yükselmiş.
Buna karşılık "kesinlikle Erdoğan'a oy veririm" diyenlerin oranı yüzde 33,5.
Erdoğan'dan başka bir adaya oy vermeyi düşüneceğini söyleyenler ise yüzde 14,9.
Elbette seçim kampanyaları başlamadan, adayların kimler olduğu bilinmeden yapılacak seçim anketleri yanıltıcı olabilir.
Ancak, benzer sonuçları veren başka araştırmalar ile birlikte bakıldığında şunu söylemek mümkün:
Erdoğan'ın seçimi bu kez ilk turda kazanması mümkün görünmüyor.
Öte yandan Erdoğan rejiminin icraatları ile ilgili araştırmalar da rejime verilen desteğin her geçen gün azaldığını gösteriyor.
KONDA'nın bir araştırması, toplumun yüzde 67'sinin Boğaziçi Üniversitesi'ne kayyum rektör atanmasına karşı direnen öğrencileri haklı bulduğunu gösteriyor.
Benzer bir durum AKP'lilerin birden fazla maaş alabilecek şekilde kamu kuruluşlarına atanmasında da ortaya çıkıyor.
AKP seçmeni de böyle birden çok maaş alan "AKP elitinden" hazzetmiyor.
Metropoll'ün araştırmasına göre Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın görev yapış tarzını onaylamayanların oranı yüzde 51,6'ya çıkmış.
Görev yapış tarzını onaylamayan AKP seçmen sayısında da artış var. Martta bu oran yüzde 10,3 iken Nisanda yüzde 12,7'ye çıkmış. MHP seçmeni de benzer bir tepti gösteriyor. Mart ayında onaylamayanların oranı yüzde 20,9 iken Nisanda bu oran yüzde 35,8.
Ekrem İmamoğlu, Mansur Yavaş ve Meral Akşener üçlüsünden biriyle yarışması durumunda da Erdoğan, rakiplerinin gerisinde görünüyor.
Erdoğan'ın karşısına çıkacak aday bugünden belli olmadığı için bu bir spekülasyon elbette ancak görünen o ki kamuoyunu irite etmeyecek bir adayın, Erdoğan'ı ilk turda yenmesi işten bile değil.
Ve hiç unutulmaması gereken de şu ki bu sonuçlar, AKP'nin medyanın ağırlığını kontrol ettiği, muhalefetin sesini duyurmakta zorlandığı, muhalif belediyelerin faaliyetlerinin merkezi hükümet tarafından açıkça engellendiği bir ortama rağmen çıkıyor.
Hep söylerim: Boş midelerin gurultusunu bastıracak herhangi bir propaganda yöntemi yok.
İşsizlik zirvedeyken Erdoğan'ın gençlere "işsizlikte iyi durumdayız" demesi bile vatandaşın sinirlerini bozuyor olmalı.
Başta da söyledim, daha seçime 2 yıl varken böyle iddialı konuşmak doğru değildir ama bildiğimiz şu ki Erdoğan'ın da artık şapkadan tavşan çıkararak, halkın acil sorunlarını çözemeyeceği ortada.
Bunun yolunu bilseydi, çoktan yapmış olmalıydı.
Tek başına iktidara geldikten 21 yıl sonra söyleyebileceği fazla bir şey de yok zaten.
Onun için kendisine en çok oy getireceğini zannettiği konuya yüklenecek, çatışmayı arttırıp, huzur isteyen insanları korkutacak yollara sapacak.
Önümüzdeki 2 yıl, Türkiye'de demokrasinin kırıntılarını bile arayacağımız bir süreç yaşayabiliriz.
Turizm Bakanı Mehmet Nuri Ersoy, otellerin Güvenli Turizm Sertifikasyonları için aranan kriterlerin 152 adete çıkarıldığını söyledi ve Mayıs ayının sonuna kadar da tüm otel çalışanlarının aşılanmasının tamamlanacağını açıkladı.
Turizm Bakanı'nın bu çabaları elbette önemli ve dilerim ki otel yatırımcıları bu sezonu da kaybetmesinler.
Ancak bir sorun var ki o da turizm yatırımı denilen şeyin otellerden ibaret olmadığıdır.
Turizm Bakanı'nın dev otelleri var, bu işte de çok başarılı görünüyor ancak unutmamalı ki turizm yatırımı dediğimizde otellerin yanı sıra, lokanta, bar, kafe, pub gibi işletmeleri de düşünmek gerekiyor.
Dün baktım, birçok otel "kapanma" günleri için paket programlar hazırlamışlar.
Nasıl bir doluluk yakalayabildiler bilmiyorum ve pişmiş aşa da su katmak istemem ama bu durum turizm yatırımcıları arasında eşitsizliğe yol açmıyor mu?
Şöyle bir durum ortaya çıkıyor: İnsanlar birbirine koronavirüs bulaştırabilirler diye lokantalar kapalı, ama aynı insanlar bir otele doluşup, otelin lokantasında keyiflerince yiyip, içebilirler!
Bir tek bana mı garip geliyor bu?
Denebilir ki otellerin güvenli turizm sertifikaları var ve çok sıkı denetleniyorlar.
Ne güzel, inşallah hep böyle olsun.
Peki koskoca Türkiye Cumhuriyeti'nin gücü sadece otelleri denetlemeye mi yetiyor yani?
Lokantaları, güvenli turizm amacıyla denetleyip, sertifikaya bağlamak çok mu zor?
Ramazan ile birlikte gelen kapatmalardan önce Bodrum'da masalarda iki kişiden fazla oturması mümkün olmuyordu. Masaların arasında en az 1,5 metre mesafeye de dikkat ediliyordu.
Demek ki yerel yönetici işini ciddiye alırsa, bu yapılabilen bir iş.
Yoksa rejim, eski hayallerine geri mi döndü?
İçkinin yalnızca otel lokantalarında satılabildiği Dubai örneğine yani!
İnsanlık tarihine salgın hastalıklarla mücadele konusunda geçecek bir tek Türk varsa o da Bartın Vali Yardımcısı Abdullah Akdaş olmalı.
"Sayın Vali Yardımcım", aynı zamanda Bartın ili Salgın Denetim Merkezi Başkanlığı görevini de yürütüyormuş.
Bütün insanlığa örnek olması gereken buluşu ise şu: Bartın ilindeki kamu kurum ve kuruluşlarında çalışan personelin neden Covid-19'a yakalandığı soruşturulacak. Personelin neden hastalığa yakalandığı ile ilgili gerekçeleri yeterli görülmezse haklarında disiplin işlemi yapılacak ve ceza verilecek!
Bugüne kadar neden bunu düşünebilen birisi çıkmadı, hayretler içindeyim.
Oysa çözüm çok basit: Hastalığa yakalanmak yasaklanacak!
Olur da yakalanırsa haklı bir gerekçesi olacak. Haklı gerekçe söyleyemiyorsa da deyim yerindeyse belasını bulacak!
Belli ki "Sayın Vali Yardımcım", Türk kamu yönetiminin en temel ilkelerinden ikisini iyice özümsemiş, sindirmiş.
Birinci temel prensip, "yönetemiyorsan yasakla" şeklinde bir motto ile ifade edilebilir ki akıllı bir kamu yöneticisinin bu prensip sayesinde çözemeyeceği bir sorun yoktur.
İkinci temel prensip "soruşturma başlatmak" olarak kendini gösterir ki bu yönetsel deha gösterisinin ilk adımı da zaten hastalanan personelin soruşturmaya tabi tutulması!
Akdaş Bey, niye hala Vali Yardımcısı da Vali değil diye Süleyman Soylu'ya sormak gerek!
Bu mudur İçişleri Bakanlığı'nın insan kaynakları yönetimi anlayışı?