Bu söyleyeceklerim Saray rejiminin temsilcilerine ve propaganda makinesinin küçük dişlilerine yabancı bir kavram olarak gelecektir ancak üzülmesinler, öğrenmenin yaşı olmaz.
Tane tane anlatmayı başarabileceğimi umuyorum, yararlanmaya gayret etsinler.
Günümüzün modern demokrasi anlayışını açıklamaya "temsili demokrasi" kavramı yeterli gelmiyor.
Ülkeyi yönetenlerin her konuda karar alma ve aldıkları kararları uygulama hakları ve bu hakkın meşruiyeti, demokratik seçimden kaynaklanır.
Halk temsilcilerini seçer, onlar da seçildikleri süre içinde ülkeyi yönetir.
İcat edildiği günden itibaren demokrasinin en basit uygulaması budur.
Ancak artık küçük şehir devletlerinde yaşamıyoruz.
Vatandaşların, yönetenleri dört – beş yılda bir seçip, gerisini unutmaları ve seçimden seçime ülkenin yönetiminde söz sahibi olmaları antik bir demokrasi anlayışına karşılık geliyor.
Artık "katılımcı demokrasi" diye bir kavram var ve bu kavram, vatandaşların ülkenin yönetiminde söz sahibi olmasını sadece seçimlerde oy kullanmak ile sınırlamıyor.
Katılımcı bir demokraside vatandaşlar, bazı ortak fikirler ya da çıkarlar etrafında bir araya gelerek, karar verme mekanizmalarını etkilemeye çalışırlar.
Yeter ki bu etkileme faaliyeti, demokratik sınırlar içinde kalsın, kimse kimseyi dövmeye, ezmeye, şiddet yoluyla susturmaya kalkışmasın.
Bu gruplar işçi ve işveren sendikaları gibi çıkar grupları da olabilir, aynı ülkü etrafında toplanmış baskı grupları da olabilir.
Mesela TÜSİAD ya da Türk – İş en genel tanımıyla böyle çıkar gruplarına örnek olabilir.
Bunların kendi sınıfsal konumlarından kaynaklanan çıkarları farklıdır ve kendi çıkarlarını korumak, genişletmek için seçimle iş başına gelen yönetimler üzerinde baskı kurarlar.
Seçilmiş yönetimler de kendilerini, bunların ne dediğine dikkat etmek zorunda hissederler ki sıra seçime geldiğinde karşılarında bunları bulmasınlar.
Ya da aynı ülkü ve ideal etrafında bir araya gelmiş baskı grupları olabilir.
Mesela kadın – erkek eşitliğini sağlamak isteyen kadın dernekleri, Ülkü Ocakları gibi belli bir ideolojiyi yücelten dernekler, Kaz Dağları İnisiyatifi gibi oluşumlar buna örnek olabilir.
Solcu – sağcı – dinci – milliyetçi vs. fark etmez, bunların olmadığı bir demokrasi, eksikli bir demokrasidir.
Türkiye, Anayasa'sı ve tarafı olduğu Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi nedeniyle aslında katılımcı bir demokrasidir.
Ancak buna rağmen Türkiye, tarihinin hiç bir döneminde gerçek bir demokrasi olamadı.
Evet ilk bakışta yöneticilerimizi serbest seçimlerle belirler ve değiştirebiliriz.
Hak arama yolları herkese açık gibi görünür. Çıkar grupları, baskı grupları diyebileceğimiz sivil kuruluşlarımız faaliyettedir. Ancak bizim iktidarlarımız, katılımcı demokrasiden hazzetmezler.
Çoğulcu değil, çoğunlukçudurlar.
Bugün Türkiye'yi yönetme hakkına sahip olan Erdoğan'ın yarattığı tek adam rejimi de bunun tipik bir örneği.
Toplumsal grupların, ülkenin yönetimi ile ilgili olarak fikir açıklamasından hazzetmiyor.
Bunu kendi iktidar alanına gayrı meşru bir müdahale olarak görüyor.
Bu özelliğiyle de tipik bir otoriter – totaliter rejim görüntüsü veriyor.
Emekli amirallerin imzaladığı bir bildiriden, darbe girişimi icat etmiş olmalarının nedenlerinden biri bu.
(Bir diğer neden ise vatandaşın canını çok yakan ekonomi gündemini unutturma çabası ama bu sonuç vermeyecek, acıklı bir çaba olacak, söylemiş olayım.)
Erdoğan bir karar verirse, buna herkesin susup, uymasını istiyor.
"Hayır, bu kararın yanlış, böyle davranma" denmesinden hoşlanmıyor.
Bunu deme cesaretinin gösterilmesi de rejimin bekçilerini adeta çıldırtıyor.
Emekli amirallerin bir fikri var ve bu fikri açıklayarak kamuoyu oluşturmak ve bu yolla iktidarı, yanlış gördükleri yoldan çevirmeye çalışmak hakları.
Erdoğan rejiminin bütün unsurlarına önerim şudur ki buna alışmaya çalışın.
Demokrasilerde bu işler böyle yürüyor.
Demokratik hakların kullanılmasından hoşlanmıyorsanız dilinizin altındaki baklayı çıkarın da hepimiz ne yapacağımızı bilelim.
Emekli amirallerin bildirisi Saray Rejimi tarafından "darbeciler" feryatlarıyla karşılanınca Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı da kendisinden bekleneni yaptı ve soruşturmayı başlatıverdi.
Bu yazıyı yazdığım saate kadar da imzacı 10 emekli amiral gözaltına alınmıştı.
Cumhuriyet Başsavcılığı, soruşturmasını Türk Ceza Kanununun 316 / 1. maddesinde yazılı "Devletin Güvenliğine ve Anayasal Düzene Karşı Suç İşlemek için Anlaşma" suçlamasıyla yürütüyor.
"Madde 316 - (1) Bu kısmın dördüncü ve beşinci bölümlerinde yer alan suçlardan herhangi birini elverişli vasıtalarla işlemek üzere iki veya daha fazla kişi, maddi olgularla belirlenen bir biçimde anlaşırlarsa, suçların ağırlık derecesine göre üç yıldan on iki yıla kadar hapis cezası verilir."
"Dördüncü ve beşinci bölümler" dediği, "Anayasal Düzene ve Bu Düzenin İşleyişine Karşı Suçlar" ve "Devletin Güvenliğine Karşı Suçlar."
Bunlar hükümeti darbeyle devirmek, hükümete karşı silahlı isyan başlatmak gibi suçlar.
Demek ki savcının ispat etmesi gereken şey, emekli amirallerin bu bildiri ile hükümeti yıkma planı yapmış olmaları.
Bu da yetmiyor, bunun için "elverişli vasıtalara sahip olmak" da gerekiyor.
İşte savcı beyler bu suçun unsurlarını nasıl bulacaklar çok merak ediyorum.
Emekli amiraller görevden ayrılırken bir – iki kruvazör, dört – beş tank, binlerce havan mermisi, miktarı kafi helikopter ve beş – altı savaş uçağını yanlarında götürüp, bir yerlere saklamış olmalılar.
Bunları arayıp bulmak hayli uzun sürer gibi geliyor bana.
Ya da ordunun ve polisin içinde birileri var, onlar emekli amirallerden bir işaret bekliyorlardı, bu bildiri ile o işaret fişeği atıldı ve şimdi onlar çıkıp darbe yapabilirler.
Milli Savunma Bakanlığı'nın açıklamasından anladığıma göre orduda böyle darbe heveslisi yok. Ordumuz demokrasiye, Anayasa'ya ve hükümetimize bağlı.
O zaman emekli amiraller, kimleri kışkırtmaya çalıştı?
Ve bunu bildirideki hangi cümle ile yaptılar?
Savcı beylerin işi gerçekten çok zor.
Emekli amiraller ile ilgili olarak açılan soruşturmanın, uyduruk da olsa bir iddianameye dönüşeceğini ve imzacıların yargılanacağını söylemek için falcı olmak gerekmiyor.
Saray rejiminin hukuk düzeninde bu sıradan bir durum.
Delil, suçun maddi – manevi unsurları filan gibi şeylerin bir anlamı ve önemi yok.
Dün baktım, önce bir Yargıtay üyesi, sonra da Yargıtay Başkanlığı, söz konusu bildiri ile ilgili olarak açıklamalar yaptılar.
Yargıtay üyesini ciddiye almıyorum, çünkü temyiz dosyasının doğrudan o şahsın önüne gideceğinin bir garantisi yok zaten.
Ancak Yargıtay Başkanlığı'nı ciddiye alıyorum, Yargıtay'ın tüzel kişiliğini temsil ediyor.
Başkanlığın açıklamasından anlıyorum ki Yargıtay Başkanlığı, bildiriyi Saray'ın gördüğü gibi görüyor ve "icabına bakarız, merak etmeyin" anlamında racon kesiyor.
Buyurun, Yargıtay'ın açıklamasından bir bölüm:
"Türkiye Cumhuriyeti devletinin güvenliğine, anayasal ve demokratik düzen ile bireysel hak ve özgürlüklere yönelik her türlü müdahaleye karşı yargı yetkisini Türk milleti adına bağımsız ve tarafsız şekilde kullanan yargı kurumları, yasalar çerçevesinde gereğini takdir ve ifa edecektir."
Yargıtay'ın sayın üyeleri elbette gayet iyi biliyorlardır ki "ihsas – ı rey", yani oyunu – tarafını belli etme diye hukuki bir terim var.
Bu, yargıcın görmekte olduğu davada, hüküm kurmadan önce görüşünü doğrudan veya dolaylı olarak belli etmesi demektir.
Böyle bir yargıcın, davayı tarafsız ve önyargısız olarak yürütemeyeceği varsayılır.
İmzacı emekli amiraller şayet mahkûm olurlarsa, davaları Yargıtay'a gelecek.
Ve o Yargıtay'ın kurumsal tutumu, böyle bir bildiriyi peşinen mahkûm ediyor.
Gel de Ziya Paşa'yı (Osmanlı paşası, merak etmeyin asker değil) rahmetle anma:
"Kâdı ola da'vâcı vü muhzır dahî şâhid / Ol mahkemenin hükmüne derler mi adâlet?" (Hakim hem davacı, hem mübaşir hem şahit oluyorsa, O mahkemenin verdiği karara adalet denir mi?)