Erdoğan rejiminin, kontrol edemediği baroları, bölerek yönetme planını protesto etmek için Ankara'ya yürüyen baro başkanları, polis tarafından dövülüp, durdurulunca son bağımsız Türk devleti rahat bir nefes almıştı.
Dün denizden dönüp, haberleri okuduğumda, bir an için paniğe kapıldım.
Polis, baro başkanlarını yürüsünler diye salıvermiş!
Gerçi bir polis tünelinin içinden geçerek yürümüşler ama devletimizin bekası tehlikede diye ödüm koptu.
Akşam üstü haberlere tekrar baktım, devlet yerinde duruyor!
O zaman, baro başkanlarına iki gün boyunca niye eziyet ettiniz birader?
Bu soruyu soruyorum ama niye eziyet ettiklerini de biliyorum.
Yazı öyle gelişti diye soruyorum yani, yoksa yanıtı belli.
Otoriter rejimleri ayakta tutan bir numaralı etken, rejimin devamı için güç kullanmalarıdır.
Korkuyu yaymak, rejimin bekası için olmaz ise olmaz bir politikadır. Latince de yazayım, daha havalı oluyor: Sine qua non!
Bireylerin ya da ortak çıkarlar için birleşmiş grupların hak arayışları, rejimin beyninde alarm zilleri çaldırır.
Bu hak arayışı otokratın çizdiği sınırların dışına çıkıyorsa, kılıç kınından çıkar.
Çünkü tanımı gereği kimse, otokrattan daha iyisini bilemez.
O en iyisini bilir ve tebası için ne yapılacaksa zaten yapar. Yapmıyorsa, gerekmediği içindir.
Gerekmeyen bir şey için sokaklara dökülüyorsanız başka bir niyetiniz var demektir.
Sizin başka bir niyetiniz olup olmamasından bağımsız olarak böyledir.
Şunu çok duyuyorum: Erdoğan, Gezi'ye gidip "çocuklar ne istiyorsunuz, gelin hep birlikte bu ağaçlara gübre verelim" deseydi, Gezi protestoları o gün biterdi!
Tam olarak böyle değil tabii, ben komik olsun diye biraz abarttım ama böyle bir görüş var: Erdoğan, çevrecilere şefkatle yaklaşsaydı, protestolar bu boyuta ulaşmazdı gibi bir yaklaşım.
Üzülerek söylemeliyim ki hayır arkadaşlar, otoriter bir lider böyle davranamaz.
Böyle yaparsa, yakayı kaptıracağını bilir, mümkün olan en sert biçimde tepkisini göstermelidir ki başkaları da bundan cesaret alıp, sokaklara dökülmesin.
Baro başkanlarını sadece bu nedenle dövdüler, iki gün eziyet ettiler.
Ve bizler de öğrendik ki "baro başkanlarını bile dövüyorlarsa bize neler yapmazlar?"
Memleketimizin geldiği nokta tam olarak budur.
Otoriter rejimlerin ihmal ettiği şey ise insan denen yaratığı sindirmenin o kadar kolay olmadığıdır.
Zaten, otoriter rejimlerin süreklilik gösteremiyor olmalarının en önemli nedeni de budur:
İnsanların, "ben varım, buradayım ve varlığıma saygı duyulmasını istiyorum" iddialarından vazgeçmemeleri!
AKP'nin İstanbul'daki seçimi kaybetmesinin yıl dönümünde, bütün bu olan bitenlerin sorumlusu Canan Kaftancıoğlu'na verilen ceza da onaylandı.
CHP İstanbul İl Başkanı'nın suçlarına bakın: Silahlı terör örgütü propagandası yapmak, kamu görevlisine hakaret, TC Devleti'ni alenen aşağılamak, halkı kin ve düşmanlığa alenen tahrik!
Bütün bu suçlar için Kaftancıoğlu'nun hapiste geçirmesini istedikleri süre 9 yıl 8 ay 20 gün.
Bu dizi dizi suçların bir ortak özelliği var: Bunların hepsi, Türkiye gibi yargının, yürütme organının oyuncağı olduğu ülkelerde adamına ve dönemine göre değişiklik gösterir.
Mesela "açılım döneminde" sıradan bir AKP yöneticisinin söylediğini, bugün sıradan bir vatandaş söylerse, yanar!
Hakaret, aşağılamak, tahrik gibi suçlamalara gelince orada durup, derin bir nefes almak gerek!
Cumhurbaşkanı'na söylemeyi Canan Kaftancıoğlu'nun aklından geçiremeyeceği sözleri alenen, mitinglerde, televizyonlarda söyleyen Devlet Bahçeli, iktidarın küçük ortağı durumunda. Süleyman Soylu desen İçişleri Bakanı oldu. Numan Kurtulmuş olayına hiç girmiyorum, koca profesör, onun yerine benim yüzüm kızarıyor.
Gördüğünüz gibi mesele ne söylendiğinden daha çok, kimin söylediği ile ilgili.
Selahattin Demirtaş, "seni başkan yaptırmayacağız" dediği için hala hapiste mesela.
AİHM karar veriyor, AYM kıvırtıyor, bir şekilde içeride tutmaya devam ediyorlar, çünkü Saray'ın sahibinin öfkesi dinmek bilmiyor.
Canan Hanım'ın durumu da öyle.
İstanbul'daki avantaların kaybedilmiş olmasının yarattığı öfke, Canan Hanım'a patlıyor.
Olan biten, bundan ibarettir!
"Kendisine Hürriyet süsü veren gazetedeki" başlık şöyleydi: İşçi, Bağ Kur emeklisi temmuz artışını bekliyor!
Narsistik kişilik bozukluğu içinde değilim ama kendimden söz edildiğini hissedince kulaklarımı kabartmadan edemiyorum ki bu başlığı okurken kulaklarım işe yaramadığı için gözlerimi fal taşı gibi açtım!
"Temmuz artışını" beklediği iddia edilenler arasında, bir işçi emeklisi olarak ben de varım çünkü.
Benden söz edildiğine göre yanıt hakkım doğmuş olmalı: Beklemiyoruz, çünkü istatistiklerle oynandı!
Habere göre yüzde 4.57 zam kesin! Çünkü enflasyon rakamları bunu gösteriyor.
Ama Migros rakamları bunu göstermiyor. CarrefourSa da öyle.
A 101 ile Macro da, iki ayrı uçta olmalarına rağmen, enflasyonun yüzde 4.57 olmadığı konusunda hem fikirler!
Allah yokluğunu göstermesin, bizim mahalledeki Bakkal Ahmet bile bu rakama inanmıyor!
Ama Damat Bakan emretti, TÜİK de ne yaptı etti, enflasyonu 4.57'ye getirdi!
Yani siz ister inanın, ister inanmayın, emekli zamları da, memur zamları da, kamu işçilerine verilecek zamlar da bu oran üzerinden hesaplanacak.
Biz orta okuldayken, mütalaa saatlerindeki belletmenlerden yaşlı olanı, Şakir Amca yaptığı "uygulamaları" beğenmediğimizi hissettiğinde şöyle derdi:
"İşte kapı, işte sapı. İster sarıl, ister darıl!"
Bakalım işçi sınıfı ve emekli milleti, ne tepki gösterecek? AKP'ye darılacak mı, sarılacak mı? Üç yıl sonraki seçimlerde öğreneceğiz.