Memleketimizdeki siyasi zevatın sözlerine ve tutumlarına bakarsak başlıktaki bu soruya verilecek iki yanıt var.
Eğer Kürtler oylarını AKP – MHP koalisyonuna veriyorlarsa Türkün oyuyla, Kürtün oyu eşit.
Yok oylar CHP, İyi Parti, SP, HDP gibi partilere veriliyorsa eşit değil.
Hatta Kürtlerin CHP ve İyi Parti adaylarına oy vermesi Allah göstermesin, Türkiye Cumhuriyeti’nin sonunu bile getirebilir.
Kürtlerin oyunun HDP’ye gitmesi ise zaten konu dışı.
“İstediğiniz kadar oyunuzu bu partiye verin, biz yine kayyum atayacağız” şeklinde açıkça ortaya konulan bir yaklaşım var.
Bu durumda oyun değeri zaten sıfır, nerede kaldı ki eşitlik olsun?
İlginç olan o oylara talip olanların da mahcup tavırları. Hem oylara talipler, hem de talip değilmiş gibi yapıyorlar.
Ve bu tavır devletimizi yönetenlere göre “Türkiye’nin bölünmez bütünlüğü için” gerekli.
Vatandaşlarından bir bölümünün oyu “tehlikeli” olan bir ülke, sizce daha ne kadar bir arada yaşayabilir?
Ve o oyların son seçimdeki oranı yüzde 11!
Ülkedeki her 10 kişiden birinin oyu, ülkenin bir gelecek sorunu yaşamasına neden oluyor.
Böyle bir şey gerçek olabilir mi?
Türkiye’nin bölünmesini gerçekten isteyenlerin bu tabloya bakıp el ovuşturduklarını görebiliyorum.
İsteseler yapamayacakları propagandayı, bizzat devletin başındakiler onlar adına yapıyor.
***
Yeni Zelanda Başbakanı Jacinda Ardern, bizim hiç alışık olmadığımız bir siyasetçi tipi.
İki camiye yapılan saldırının ardından devlet televizyonunda da canlı olarak yayınlanan bir basın toplantısı düzenledi.
Basın toplantısında sadece ülkesinin gazetecileri değil, uluslararası medya temsilcileri de vardı.
Her soruyu yanıtlamaya çalıştı, o arada kendisine ulaştırılan yeni bilgileri paylaştı.
Yüzündeki ifadeden perişan bir halde olduğu anlaşılıyordu, sanki az önce çok yakınındaki birisini kaybetmiş gibiydi.
Saldırıda yakınlarını kaybeden aileleri ziyaret ederken, onlardan biri olduğunu göstermek istercesine başını örtmüştü.
Ülkesinde silaha kolay ulaşımı sağlayan yasanın değiştirileceğini açıkladı.
Karşısında kameraları görünce esip savurmadı.
“Kanları yerde kalmayacak” diye başlayan, kör şiddetin karşısına devlet şiddetini koyan intikamcı nutuklar atmadı.
Bir modern devletin, intikam almayacağını ama suçluları cezalandırmakta kararlı olacağını bir kez daha hatırladık böylece.
Keşke bizim de böyle bir Başbakanımız olsaydı diye düşündüm.
O zaman belki Ankara’da tren garında IŞİD’li canilerin terör saldırısında ölen 100 kişinin ardından samimi göz yaşları döken bir yöneticimiz de olurdu.
O saldırıda ölenleri anmak isteyenlerin polis tarafından gaza boğulup, dövülmesine de tanık olmazdık.
Kim bilir, belki bizim yöneticilerimiz de hayali Haçlı düşmanlarına savaş ilan edeceklerine, oturup Jacinda Ardern’in verdiği “demokratik bir rejimde seçilmiş yönetici nasıl davranmalı” dersini izlerler.
Bir demokraside hesap vermek durumunda olanların vatandaşlar değil, yöneticiler olduğunu idrak ederler.
Çok mu hayalciyim bilemiyorum. Belki günün birinde bizler de böyle insanları seçmeyi, siyasetin böyle insanlar eliyle şekillendirilmesini sağlamayı başarabiliriz.
Ümidi kesmemek lazım. Orada olabiliyorsa, burada neden olmasın?
***
İçişleri Bakanı Süleyman Soylu, Saadet Partisi ile ilgili sözlerini eleştiren bir vatandaşa “densiz, utanmadan milletin içine çıkıyorsunuz” dedi.
Söz konusu kişi daha sonra ifadesi alınsın diye karakola çekildi.
Şimdi işin aslını söylemek gerekirse, aslında milletin içine utanmadan çıkan birisi varsa o da Süleyman Soylu olmalı.
Recep Tayyip Erdoğan hakkında söylediği ağır sözler hâlâ hafızalarımızda tazeliğini koruyor.
Bunca yıldır Erdoğan’ı eleştiririm, bir tek gün Soylu’nun kullandığı ifadeleri kullanmadım, hakaret, eleştiri değildir.
Birisi hakkında böyle ağır sözler söyledikten sonra insan o kişinin yüzüne bile bakamaz.
Ama Soylu bu sözlerinden utandığını gösteren bir açıklama hiç yapmadı.
“O tarihte şu nedenle ben Erdoğan için bu sözleri söylemiştim. Yanılmışım, doğruyu bilmiyormuşum, o gün benim sözlerimi ciddiye alan herkesten özür dilerim” demedi.
Ve şimdi bir vatandaş, sözlerine itiraz etti diye azarlanıyor, polis tarafından karakola çekilebiliyor.
Kusura bakmayın ama bu gidiş, faşizan bir gidiş.
İki saatliğine bile olsa bir vatandaşın özgürlüğünü böyle sudan bir nedenle ortadan kaldırmak başka türlü isimlendirilemez.
Bu durum, giderek bu rejimin temel karakteri oluyor.
Seçimde karşı tarafa oy verenlerin başlarına neler geleceği açıkça söylenip, yazılıp çizilebiliyor ama bunlar hukuki bir sonuç doğurmuyor.
Sesini çıkaran polis gücüyle eziliyor.
Ağır bir ceza tehdidi altında yaşıyoruz ve biliyoruz ki bu ceza tehdidi kuru sıkı değil, insanı hapse bir tıkıyorlar, suçsuzluğunuzu kanıtlamak size düşüyor.
Türkiye’de rejimin demokratik niteliğini koruduğunu söylemek giderek imkansız hale geliyor.