AKP Genel Başkanı Recep Tayyip Erdoğan, kendi rekorunu kırdı ve dün 2 saat 7 dakika hiç durmadan konuştu!
Saray’a topladığı dinleyicileri bile bitap düştü, alkışlamaktan yoruldular.
Erdoğan, belki unuttuysanız hatırlatayım, yeni sistemde Cumhurbaşkanlığı görevini de yerine getiriyor.
Her şey ona bağlı, ondan soruluyor. Bu nedenle ciddi bir "zamanı yönetme" sorunu da yaşadığı kesin.
Birçok atama gecikiyor, alınması gereken kararlar uzuyor, dikkatle incelemeden imzaladığı kararnameleri iki üç gün sonra bir daha düzeltip yayınlamak zorunda kalıyor vs.
Ama buna rağmen konuşmaktan da vazgeçmiyor!
365 günlük bir takvim yılı içinde konuşmadan geçirdiği gün sayısı beş, bilemedin on oluyor.
O da dini bayramlar nedeniyle çıktığı tatil nedeniyle!
Gerçi onun da başında namazdan çıkarken nutuk atabiliyor ama hiç olmazsa bir iki günlük bir sessizlik iyi geliyor.
Anlamakta zorlandığım şey şu: Dünyada, onun gibi her gün nutuk atan bir başka demokratik ülke lideri yok!
Her gün tweet atarak milleti canından bezdiren Trump var ama o da her gün konuşmuyor.
Merkel’den tutun Macron’a kadar Avrupa ve Asya’nın gelişmiş ülkelerinin hiçbir lideri her gün konuşmuyor. Niye?
Çünkü boş gevezelikle geçirebilecekleri zamanları yok!
O zamanı devlet işlerini yürütmeye ayırıyorlar. Ciddi çalışma içindeyken de gidip orada burada nutuk atmalarına zaman kalmıyor.
Bizimkinin ise maşallah bazen günde iki kere konuştuğu bile oluyor.
Bakıyorum, Türkiye, Almanya’dan da, Fransa’dan da, Kore’den de gelişmiş değil.
Demek ki bizim aslında onlara göre daha çok çalışmamız lazım, her alanda hem de! Ve sanırım en başta da ülkeyi yöneten daha çok çalışmalı.
Ama gününün 1 - 2 saatini konuşmaya ayıran birisi, geldiydi - gittiydi, konuşma metni yazılması için talimatlarını vermesi filan derken günün yarısını boşa harcar, bu kesin!
Bu konuyu Erdoğan’ın dikkatine bir kez daha sunmak isterim!
Hem sesi dinlenmeli hem bizim kulağımız!
* * *
CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu’na "alçak, geri zekalı" diyen Cumhurbaşkanı Baş Danışmanı Mücahit Küçükyılmaz beraat etti.
Küçükyılmaz mahkemede kendisini "eleştiri hakkımı kullandım" diye savunmuş.
Mahkeme de bunu haklı bulup, beraat kararı vermiş.
Önce şunu söyleyeyim: Mahkemenin kararında bir sorun yok. Zaten AİHM ve Anayasa Mahkemesi’nin bu konulardaki kararlarını bilen her yargıç, bu tür davalarda beraat kararı vermelidir.
Politikacı ve kamu yöneticilerine yönelik eleştirilerde hakarete de varan sözler söylenebilir, normaldir.
Anormal olan bunun "adamına göre" olmasıdır.
CHP liderinin danışmanlarından biri de çıkıp Küçükyılmaz’ın patronu için böyle bir şeyi söyleyemez mesela.
Söylemeye cesaret ederse de ilk duruşmaya kadar tutuklu olarak hapiste kalır.
Onu bırakın, Binali Yıldırım’a "çocukların bu kadar gemiyi nasıl aldı" diye sorduğum için hem ceza davasına hem de hukuk davasına muhatabım.
Şöyle bir durum var artık: Yargının iktidardan ödü kopuyor.
Bağımsız değil, muktedirin hukuku egemen ve ne yazık ki bazı savcı ve yargıçlar da bunu kendilerine yakıştırabiliyorlar. Yakıştırmanın da ötesinde militan gibi davranabiliyorlar.
Kimse "ama onların da çoluğu çocuğu var" demesin. Kamu görevinden ayrıldıktan sonra da mesleklerini yapmaya devam edebilecek diplomaları var ellerinde.
Öte yandan Mücahit Küçükyılmaz’ın "eleştiri hakkımı kullandım" savunması da siyasal İslamcılar için deyim yerindeyse "cuk oturmuş"!
Çünkü siyasal İslamcılar, sözde muhafazakarlar, özde terbiyesizler.
Bu tipler ne yazık ki fikirlerini ancak bu tür kelimelerle ifade edebiliyorlar.
Fikirlerinin düzeyi bu olunca da eleştirilerinin düzeyi de kaçınılmaz olarak bu noktada şekilleniyor.
Eleştiri de latife gibi "latif" olmalıdır.
Birisine kaba sözlerle saldırmak, mahkeme kararları buna izin veriyor olsa da doğru değildir.
Çünkü bu insanın terbiye seviyesini gösterir, o terbiyeyi aldığı ailenin yüzü bundan dolayı kızarmalıdır.
Anasına, babasına "Biz bu çocuğu terbiye ederken ne hata yaptık" diye düşünmelerini öneririm.
Çocukları varsa da aman ha, babalarının bu huylarını kendilerine örnek almasınlar.
* * *
Anayasa Mahkemesi, Soma katliamını protesto etmek isterken polisin yüzlerine doğrudan biber gazı sıktığı iki kadına tazminat ödenmesine karar verdi.
Bunun nedeni, savcıların olayı gerektiği gibi soruşturmadan takipsizlik kararı vererek, temel bir hakkın kullanılmasının önlenmesine göz yummuş olması.
AYM geçenlerde de yine Ankara’da polisin orantısız müdahalesi ile bir protesto gösterisinin dağıtılmasında iki öğretmenin dövülmesine takipsizlik kararı veren savcının, insan hakları ihlaline göz yumduklarına karar vermişti.
Türkiye, işkence ve kötü muamele sabıkası olan bir ülke.
Yetkililer her fırsatta işkence ve kötü muamelenin sistematik değil, arızi olduğunu söylüyorlar.
Bir diktatörlük rejimi ile elbette kıyaslanabilecek kadar yaygın bir işkenceden söz edemeyiz.
Ancak şunu biliyoruz ki işkence ve kötü muamele olayları, polis amirleri, mülki yöneticiler, savcılar ve hakimler tarafından ört bas ediliyor.
İşkence ve kötü muamele belki sistematik değil ama işkencecilerin amirleri tarafından korunmaları sistematik bir uygulama artık.
Geçenlerde okuduğum bir habere göre, savcılar ve hakimlerin derece yükselme esaslarında verdikleri kararların AİHM ve AYM’den geri dönüp dönmediği de değerlendirilecekmiş.
Olumlu bir gelişme ama yetersiz.
Hakimler ve savcılar, bu nedenle TC’nin mahkûm edildiği tazminatlardan da kişisel olarak sorumlu tutulmalılar ki AİHM ve AYM içtihatlarını dikkatlice okuyup, sindirebilsinler.
Son olayda mağdurlara 40 bin lira tazminat ödenmesine de karar verildi.
Bu parayı biz vergi mükellefleri ödememeliyiz.
Hakimlere ve savcılara, işlerini düzgünce yapmaları için maaş ödüyoruz zaten. İşini yapmayanın cezasını maaşından kesmek de her halde adil bir çözüm olmalı!