CHP Mersin Milletvekili Ali Mahir Başarır, bir televizyon programında, Tank Palet Fabrikası'nın "50 milyon dolarlık yatırım ihtiyacı nedeniyle" Katar'a satılmasını eleştirirken, "Cumhuriyet tarihinde ilk kez devletin ordusu Katar'a satılmış" dedi.
Milli Savunma Bakanlığı, bunun üzerine şu açıklamayı yaptı:
"Milletin ordusuna milletin önünde hakaret edilmiştir, bunun hesabının hukuk çerçevesinde sorulacağını herkesin bilmesini istiyoruz."
Milletin ordusunun, milletin vekilinin söylediği sözlere bu tür bir tepki vermesi, aslına bakarsanız, haddi olmamalıdır.
Askerin, siyasetçiler ile çene yarıştırmasının, güncel siyasette açıkça yer almasının geçmişte kaldığını zannediyorduk, demek ki yanılıyormuşuz.
Tabii asker emir verince, gereğini yerine getirmek için "sivil bürokrasi" de sıraya girdi.
Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı "resen soruşturma" başlattığını açıkladı.
Meşhur 301. Madde belli ki yeniden gündemimizin baş köşesine oturacak:
"TCK'nın 301'inci maddesi uyarınca ‘Türkiye Cumhuriyeti Hükümetini ve Devletin askeri teşkilatını alenen aşağılama' suçlarından resen soruşturma başlatılmıştır!"
Bir milletvekilinin sözleri üzerine inceleme başlatan bir diğer kurum da RTÜK.
Milletvekili Ali Mahir Başarır'ın sözlerinin içeriğinin ne olduğundan daha önemli olan, milletvekillerinin düşündüklerini serbestçe açıklayabilme hakkıdır.
Sözlerin içeriğini aptalca bulabilirsiniz. Bu sözler size dünyanın en saçma fikri gibi de geliyor olabilir. Ya da tam tersi, çok beğenip, alkışlıyor da olabilirsiniz.
Bunların bir önemi yoktur. Kamuoyu, bu sözleri tartışır, destekler ya da desteklemez. Hepsi bu kadar!
Önemli olan milletvekillerinin, dünyanın en saçma fikrine bile sahip olsalar, bunu serbestçe açıklayabilme özgürlükleridir.
Milletvekilleri için "dokunulmazlık" kurumu, esasen bunun için vardır.
Bizde ise uzunca bir süredir "milletvekili dokunulmazlığı" hırsızlık, yolsuzluk gibi konularda "kutsal" bir kavrama dönüştü.
İş siyasete, siyasi konularda fikir açıklamaya gelince dokunulmazlık, iktidarın bu fikri beğenip, beğenmemesi ile ilgili.
Milletvekili dokunulmazlığı, seçimle tecelli etmiş millet iradesini korur.
Ama görüyoruz ki bir cümle bile muktediri çıldırtabiliyor.
Asker adına bakanlık haddi olmayan bir açıklamayı yapabiliyor, savcı haddi olmayacak şekilde milletvekilinin fikrini açıklama hakkını kısıtlamaya soyunuyor.
Bu konuda "dış kapının mandalı" muamelesi görmesi gereken RTÜK'ün bile ağzının suyu akıyor.
Türkiye'nin, neden 50 milyon dolarlık bir yatırım için Katar'a ihtiyacı olduğunu açıklayamayanlar, bir cümle için milletin vekilinin üzerine çullanmaya kalkıyor.
Milletvekillerinin bile konuşamayacakları bir ülkeye dönüştük.
Ve ülkeyi bu hâle getirenlerden "hukuk reformu" bekliyoruz.
Diyanet İşleri Başkanı bir genelge yayımladı ve Diyanet görevlilerinin maaşlarının bundan böyle "faizsiz finans kuruluşlarına yatırılacağına" karar verdi.
Diyanet İşleri Başkanlığı buna niye gerek görmüş olabilir, kolayca tahmin edebiliriz.
İmamlar, müezzinler, müftülük görevlileri filan bankalardan faiz alıp, günaha girmesinler diye!
Buradan şunu mu anlamalıyız: Diyanet İşleri Başkanı, bazı din görevlilerinin faiz almaktan kaçınmayacaklarını mı düşünüyor?
İyi de bunun kişisel bir karar olması gerekmez mi? Günahsa da kişisel bir günahtır.
Diyanet İşleri Başkanlığı, Anayasa'sına göre laik olan bir devletin kurumu.
Bu kurumda çalışan her bir birey, inanıcı öyle gerektirdiği için faiz almayı reddedebilir.
Bunda bir sorun yok, kim ne diyebilir?
Ancak bu kurumsal bir dayatma hâline gelemez.
Çünkü imam, müezzin ve doğrudan dini hizmetlerle ilgili görevliler hariç, kurumun bazı birimlerinde çalışanların Müslüman olmaları bile gerekmez, hangi dine istiyorlarsa inanmakta özgür olmaları gerekir.
Bugün banka hesaplarının nerede açılacağına karışan kurum, yarın bireysel özgürlükler alanında yer alan başka konulara da müdahale etme cesaretini kendisinde bulur.
Bu söylediklerimin ne bu iktidar nezdinde ne de Diyanet'in eli kılıçlı imamı nezdinde bir anlam ifade etmeyeceğini elbette biliyorum.
Çünkü onlar, bu iktidar döneminde Diyanet İşleri'ni, "Bab – ı Meşihat Dairesi", Başkanı'nı da "Şeyhülislam" zannetme eğilimine girdiler.
Görevlilerin banka hesaplarını nerede açacağına bile karışmaya yeltenmelerinin nedeni budur.
Cumhurbaşkanı Yardımcısı Fuat Oktay, Mercedes'e meraklı değilmiş.
Bunu Cumhurbaşkanlığı bütçesi görüşülürken öğrendik.
Meğerse Oktay, "devleti temsil ettiği için ve genel uygulama böyle olduğu için" Mercedes makam aracı kullanıyormuş.
Kuşkusuz ki Türkiye Cumhuriyeti, yüksek yöneticilerinin rahat etmeleri ve güvenlikleri için bazı harcamaları yapacak güçtedir.
Bunun içine zırhlı, lüks makam araçları da dahildir.
Ancak "acı reçete" içmeye milletçe hazırlandığımız şu günlerde, ilk ilacı yöneticilerimiz içse iyi olurdu.
Ki onlardan istediğimiz tek fedakarlık, lüks harcama görüntüsünü kaldırmalarından ibaret.
Maaşlarını almaya devam edecekler, kimse onları işten atmayacak.
Ayrıca en önemli ihraç mallarından biri otomotiv olan bir ülkenin yöneticilerinin, kendi ülkelerinde üretilen araçları beğenmiyor olmaları da ilginç.
Fransa'da, Almanya'da, İtalya'da devlet yöneticileri kendi ülkelerinde üretilen araçları kullanıyor. İngiltere'de kraliçe, geleneksel İngiliz araçlarını kullanıyor.
Bunun kendi ülkelerinin otomotiv sanayiini desteklemek anlamında sembolik önemi yok mu?
Mesela İtalya'da uzun süredir, Başbakanlar, Berlusconi de dahil kendi şahsi araçlarını makam aracı olarak kullanıyorlar.
Ekonomik kriz döneminde Bakanlar ve Müsteşarların lüks makam otomobilleri açık arttırma ile satıldı. Başbakan Matteo Renzi döneminde 2015'in ilk 4 ayında 100 kadar araç satıldı ve hazineye 957 bin Euro gelir kaydedildi.
Bundan dolayı İtalyan devletinin ya da kamu yöneticilerinin prestijleri de azalmadı.
Fransa'da Macron, PSA grubunun özel olarak dizayn ettiği yerli otomobili kullanıyor, şöhretinden de kaybetmiş değil.
Fuat Bey'e bu konuyu tekrar düşünmesini öneririm.