TBMM Başkanı Mustafa Şentop, TBMM Bütçesi görüşülürken bu yasama dönemi için işleme alınan dokunulmazlığın kaldırılması ile ilgili fezlekelerin sayısının 1700'ü geçtiğini söyledi.
Meclis, şu anda 20 eksiğiyle 580 kişi olduğuna göre milletvekili başına üç fezleke düşüyor.
Dehşet verici bir tablo, suç makinesi milletvekillerinden oluşan bir meclisimiz var demek ki.
Bu özelliğiyle dünya parlamentolar tarihinde de kendisine önemli bir yer edinmiş oluyor.
Sözcü'deki haberde fezlekelerin hangi tür suçlamalar ile ilgili olduğuna ilişkin bir ayrıntı bulamadım.
Ancak Başkan Şentop'un daha önce yaptığı bir açıklamada "sosyal medyadan yapılan hakaretler üzerine bir hayli fazla fezleke olduğunu" söylediğini hatırlıyorum.
Türkiye'ye hâkim olan siyasi atmosferi de göz önüne alınca bu dokunulmazlık kaldırma taleplerinin milletvekillerinin demeçleri, toplantılarda yaptıkları konuşmalar, sosyal medya mesajlarından kaynaklandığını düşünüyorum.
Yani rüşvet, tecavüz, kaçakçılık, cinayet, hırsızlık gibi -bazıları ağır cezayı gerektiren suçüstü hâllere giren ve yasama dokunulmazlığı kapsamında bulunmayan- adi suçlardan olmadığını, gazete haberlerini takip edebildiğim kadarıyla söyleyebilirim.
Savcıların, siyasi iktidarın isteği doğrultusunda, bazı konuşmalardan "terör örgütü propagandası", "suç olan eylemi övme", "halkın bir kesiminin inandığı değerleri aşağılama" gibi suçlar icat ettiklerine de sıkça rastlıyoruz.
Onun için fezlekelerin bu sayıya ulaşmasının nedeni milletvekillerinin dokunulmazlıklarını "ben ne istersem yaparım, suç işlemem serbest" diye değerlendirmelerinden kaynaklanmıyor olmalı.
Yani milletvekillerimiz delirmedi, TBMM de dünyanın en "suça eğilimli" meclisi değil, endişe etmeyin!
Sorun Türkiye'de düşünceyi açıklama özgürlüğünün rejim tarafından sınırlandırılmak istenmesinde yatıyor.
Türk Tabipleri Birliği Başkanı'nın tutuklanmasıyla sona eren olayda da olduğu gibi Türkiye, parti devletine dönüşmüş olmanın sonuçlarını yaşıyor.
Rejimin, siyasetin yapılabileceği alanı daraltmak istemesinin bir sonucu bu.
Adalet Bakanı Bekir Bozdağ, "dezenformasyon yasası" adı verilen kanunun "en çok 29. Madde üzerinden tartışıldığını" söyledi.
Hürriyet'e bu tartışmayla ilgili görüşlerini şöyle anlattı:
"29. maddeye göre bu işi yaparken, sırf endişe, korku, panik yaratma kastı olacak. Özel kast aranıyor. Ülkenin iç dış güvenliği, kamu düzeni ve genel sağlıkla ilgili bir konu olacak. Gerçeğe aykırı, yalan, asılsız bir bilgiyi, ülkenin kamu barışını bozmaya elverişli şekilde, sokakları hareketlendirmek, halkı ayaklandırmak, kriz, kaos ortamları oluşturmak için yapacaksın ve aleni yapacaksın. Suçun oluşması için bu beş şartın bir araya gelmesi gerekecek. Biri bile olmazsa suç olmaz."
Bunları söyledikten sonra da hepimizin içini ferahlatması amacıyla şu cümleyi kurdu:
"Kafa karışıklığı var. Bu işleri susturacak yegâne şey uygulamadır. Uygulamayı gördüğünüzde bu gibi konularda pek çok değerlendirmenin gerçek dışı olduğu görülecek."
Bozdağ belki farkında değil ama Türkiye'de ifade özgürlüğü ile ilgili temel sorunumuzun kaynağı zaten bu "uygulama" dediği şey.
Yoksa kâğıt üzerinde bir sorunumuz yok Allah'a şükür.
Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi ve Anayasa, özgürlüklerimizi garanti altına alıyor.
AİHM, AYM ve Yargıtay gibi yüksek yargı organları, idarenin bu teminatı görmezden geldiği durumlarda harekete geçmek üzere hazır!
Mahkemeler deseniz zaten bağımsız, kimse onlara emir filan veremez, vermek isteyeni de doğduğuna pişman ederler!
Yani neresinden baksanız "mevzuat mükemmel".
Ya uygulama?
AİHM'nin, AYM'nin kararlarını, Anayasa'ya rağmen uygulamamakta ısrarlı hakimler var bu ülkede.
Mesela bir TCK 301. Madde var, üçüncü fıkrasında "eleştiri amacıyla yapılan düşünce açıklamaları suç oluşturmaz" deniliyor ama gel de bunu savcılara, "muhalif sindirmek için" görevlendirilmiş yargıçlara anlat bakalım.
Günün birinde herkes TCK 301'in tadına bakacak ama 3. fıkrası hariç!
TCK 216. Maddede aynen Bekir Bozdağ'ın dikkat çektiği gibi bir hüküm var mesela.
"Halkı kin ve düşmanlığa tahrik veya aşağılama suçu" işlemiş olmanız için birinci fıkrasına göre "kamu güvenliği açısından açık ve yakın bir tehlikenin ortaya çıkması" ya da üçüncü fıkrasına göre "fiilin kamu barışını bozmaya elverişli olması" gerekiyor.
Bakan Bozdağ'ın yüreğimizi ferahlatmak için söylediği "uygulama", bu maddelerle ilgili öyle bir uygulanıyor ki Gülşen hapisten zor çıktı, çocuğunu görmesi için de 250 bin lira ödemesi gerekiyor!
Türkiye'de savcılar, iktidarların hoşuna gitmeyen kişileri cezalandırmak için tarihi süreç içinde çeşit çeşit "uygulama" yaptılar.
Yukarıdaki yazıda da anlattığım gibi bu "uygulama", milletvekillerinin bile gözünün yaşına bakmıyor!
Kusura bakmasın ama Bekir Bey'in bu tür vaatlerine kimse inanmaz, masaldaki Yalancı Çoban bile kendisine inandıracak daha çok taraftar bulabilir.
Saray'da bugün düzenlenecek "basın özgürlüğü tiyatrosuna" davetli değildim.
Davet edilen gazetecilere de soru sorma hakkı filan verilmeyeceği, Erdoğan'ın bir tür tek kişilik stand up gösterisi yapacağı söyleniyor.
Davetli olup da gidebilmiş olsaydım, Süleyman Soylu'yu ve Erdoğan'ı görünce şunu derdim: Sayın yöneticilerimiz artık ayıp oluyor, hazır buluşmuşken şu sorulara bir iki cevap çiziktirelim!
Ama kısmet değilmiş, sorularımı burada 47. kez yazıyorum.
Kendisine gazeteci süsü veren birisi, iş adamı Sezgin Baran Korkmaz'dan (SBK), İçişleri Bakanı Soylu'ya verilmek üzere 10 milyon Euro istemişti.
Bu paranın kimler arasında paylaşılacağını ve paylaşım oranlarının ne olacağını tam olarak bilmiyoruz.
Bu para kimler arasında, hangi oranlarla paylaşılacaktı?
Bunu merak ediyorum çünkü kul hakkı yenmesin istiyorum, rüşvet de olsa kulun hakkı kula çünkü!
Paylaşımda yapılacak bir hata ahirette karşınıza dikilir, haberiniz olsun.
SBK, "avanta almak için kendisine operasyon çekilirken bazı adamlarının içeride rehin tutulduğunu" söylemişti.
SBK'nın adamlarını rehin tutan güvenlik görevlileri, işe çıkarken abdestli miydiler?
İçişleri Bakanı cenabet polis istemiyor, uyarıyorum.
Adalet Bakanı Yardımcısı yapılan bir savcı ile bir hâkim, olmayan bir MASAK raporunu gerekçe göstererek, Sezgin Baran Korkmaz'ın mal varlığı üzerindeki tedbiri bir an için kaldırdılar.
Böylece 150 milyon dolarlık servet bu sayede uçup gidiverdi.
Savcı ve hâkim yukarıdan bir talimat aldıkları için mi bunu yaptılar yoksa rüşvet mi aldılar?
Bir savcı ve hâkimin böyle bir soruya nasıl olup da yanıt vermediğini havsalam almıyor vallahi!
İçişleri Bakanı Süleyman Soylu, bir politikacının mafyadan maaş aldığını açıklamıştı.
Sonradan anladık ki bu kişi AKP'li bir politikacı imiş.
Bu ismi bilen bir savcı da var, zaten bu isim onun elindeki bir dava dosyasında da yer alıyor.
Bir suçun işlendiğini öğrenen kamu görevlisinin bu suçu örtbas etmesi takibi gerektiren bir suç ama burada o takibi yapacak olan kişi ile suçu görüp örtbas eden aynı kişi!
Bu AKP'li politikacı kim? Mafyadan rüşvet alan politikacıyı niye koruyorsunuz? Ortağı mısınız?
İçişleri Bakanı, İstanbul ve Ankara Büyükşehir Belediyeleri'nde AKP döneminde yapılan yolsuzluklar ile ilgili dosyaları "ben soruşturacağım" diyerek zorla aldı.
O günden beri bu dosyalardan bir haber alınamıyor.
Süleyman Soylu, bu yolsuzlukları yapanlarla ortak olduğu için mi dosyaları saklıyor, yoksa o da birilerinden emir mi aldı?
Mehmet Y. Yılmaz kimdir?Mehmet Yakup Yılmaz, 1956 yılında Malatya'da doğdu. İlkokulu Antalya Devrim İlkokulu'nda, orta okul ve liseyi parasız yatılı olarak Denizli Lisesi'nde okuduktan sonra Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi İktisat ve Maliye Bölümü'nden 1977 yılında mezun oldu Gazeteciliğe SBF öğrencisi iken 1975 yılında Ankara'da Mehmet Ali Kışlalı yönetimindeki Yankı Dergisi'nde başladı. Derginin Yazı İşleri Müdürlüğü görevini de bir süre yürüttü. 12 Eylül 1980 darbesi öncesinde Türk İş'e bağlı Yol İş Federasyonu ve YSE - İş sendikalarında basın müşaviri olarak görev yaptı, sendika gazete ve dergilerini yayınladı Askerlik görevini Kara Harp Okulu'nda tamamladıktan sonra İstanbul Gelişim Yayınları'nda mesleğe döndü. Gelişim Yayınları'nda Erkekçe ve Bilim dergilerinin Genel Yayın Müdürü Yardımcılığı ve ardından Gelişim TV Dergisi Genel Yayın Yönetmenliği görevlerinde bulundu 1985 yılında Hürriyet'e geçti ve Hürriyet Dergi Grubu'nu kurdu. Tempo, Blue Jean, Playmen gibi dergileri yayınladı. Daha sonra Dönemli Yayıncılık Genel Müdürlüğü görevine getirildi. Ercan Arıklı ile birlikte Dönemli Yayıncılık'ın 1 Numara Yayıncılık'a dönüşmesi sırasında Genel Müdürlük görevini üstlendi. Aktüel, Cosmopolitan, Penthouse, Oya gibi dergilerin kurucu genel yayın müdürü oldu. Bugüne kadar 30'u aşkın derginin kuruculuğunu yaptı. 1995 yılı başında Posta gazetesini yayınladı. Aynı yılın sonunda Fanatik gazetesini, 1996 yılı sonunda da Radikal gazetesini kurdu, genel yayın müdürlüğünü yürüttü. 2000 yılında Milliyet Gazetesi Genel Yayın Müdürlüğü görevine getirildi. Bu görevi 5,5 yıl sürdürdükten sonra Doğan Burda Dergi Grububu'nun CEO'luğu görevini üstlendi. 2005 yılından 2018 Eylül ayına kadar Hürriyet gazetesinde köşe yazarlığı yaptı. Ekim 2018'den itibaren T24'te yazmaya başladı. Gazete köşe yazılarından derlenen "Kırmızıyı Seçtim, Aşk Mavinin Altındaydı", "Benden Selam Söyleyin Bütün Aşklarıma", "Aşktan Sonra Hayat Var Mı", "Şaşırma Duygumu Kaybettim, Hükümsüzdür" isimli kitapları yayımlandı. "Aşk Herşeyi Affeder mi" isimli uzun hikâyesi de kitap olarak yayınlandı. "Türkiye medyasında en çok yayın başlatan gazeteci" olan Mehmet Y. Yılmaz, güncel politik gelişmelerin yanı sıra, deneme tarzındaki yazıları ile futbol üzerine yaptığı yorumlarıyla da biliniyor. |