Akıllı telefonunda, internet üzerinden bireysel ya da toplu mesajlaşmaya olanak veren bir uygulaması olmayan kaç kişi kalmıştır acaba?
Benim bildiğim iki kişi var, annem ve Hıncal Abi. (Uluç)
Kendimi dünyanın merkezi zannetmiyorum ama benim çevremde böyleyse, en uçtaki örnek bilemedin beş kişiyi sayabilir, hadi on olsun.
Herkes böyle en az üç – dört grubun üyesi ve gruba bir kere dahil edildiğinizde de çıkmanız genellikle çok ayıp karşılanıyor; kırgınlıklara bile yol açabiliyor.
Memleketimizde 50 milyondan fazla akıllı telefon kullanıcısı var, belki daha da fazladır, benim internetten bulabildiğim sayı bu. Buradan hesaplamaya çalışın isterseniz, ülkemizde kaç tane WhatsApp ya da benzeri sosyal medya grubu var? Milyonu geçiyor olmalı.
Ve bir mesaj dolanıp duruyor: Devlet, bu gruplarda neler paylaşıldığını artık görebilecek, onun için eski grupları kapatıp, grupları yeniden kurun!
Bunun ne kadar uygulanabilir bir konu olduğunu Füsun Sarp Nebil, 11 Nisan günü T24’teki yazısında açıkladı. Okumadıysanız, buradan ulaşabilirsiniz.
Ben konunun dedikodu kısmıyla ilgiliyim.
Gerçi çok dedikodu da sayılmaz çünkü torba yasanın içine atılan bazı maddeler ile sosyal medya servislerine sahip olan şirketlere yönelik bazı yaptırımlar da var.
Şu anda Türkiye’deki rejimin, sosyal medya hesaplarının içinde cirit atmak gibi bir hayali olduğuna kuşkumuz yok zaten.
Onun için yapamıyor olsalar bile bu hesaplara girip, muhalifleri tek tek avlayacaklarmış gibi bir havanın yaratılmış olmasına da farkındaysanız itirazları yok.
Bu konularda söz söyleyebilecek hiçbir yetkili çıkıp da "Bu da nereden çıkıyor kardeşim, bir demokraside bunu bize nasıl yakıştırırsınız, ayıptır yahu" demiyor.
Hatta sessiz kalıp, bu durumu kabullenmek gibi bir tavır içinde olmaktan rahatsızlık da duymuyorlar.
Memleketin ezici çoğunluğu telefonlarının dinlendiğine, mesajlarının takip edilebildiğine inanıyor ve ülkeyi yönetenler bundan hiç rahatsız olmuyor.
Otoriter rejimleri ayakta tutan en önemli unsur, suskunluk kültürüdür.
İnsanların, başlarına gelen her şeyi olduğu şekilde ve seslerini çıkarmadan kabullenmelerini sağlayacak araç da korkudur.
Korku – suskunluk kültürünü destekleyen önemli bir unsur, devletin güvenlik güçlerinin elinin nerelere kadar uzanabileceğin ilişkin olarak toplumda yayılan ve çoğu zaman yetkili kişiler tarafından da abartılan dedikodulardır.
Ülkemizde bununla yetinilmiyor tabii.
Sadece son günlerde yaşadıklarımız bile kendi başına demokrasinin geleceği açısından büyük tehdit.
YÖK Kanunu’nda yapılmak istenen değişiklikle, üniversitede kalabilmiş muhalif üniversite hocalarının kamu görevinden çıkarılabilmelerinin yolu açılıyor mesela.
Koronavirüs de bahane edilerek cezaevlerindeki kalabalığı azaltmak için katiller, hırsızlar bırakılıyor, haklarında iddianame bile yazılmamış gazeteciler, insan hakları savunucuları tutuklu olarak cezaevinde kalmaya devam ediyorlar.
Ve Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, bakın önceki günkü kabine toplantısında ne dedi:
"Bir dönem kendilerini ülkenin tek sahibi sanan, hâlâ da aynı kibirli tavırla hareket eden bu hastalıklı zihniyet sahiplerine diyorum ki; düşün artık milletin yakasından. Her darbenin, her vesayetin arkasında siz vardınız, her kaosun, her kargaşanın arkasında siz vardınız. Milletin değerlerine, mukaddesatına, onuruna yapılan her saldırının tetikçisi sizdiniz. Yıllardır yaptığınız işin adı gazetecilik değil şeamet tellallığıdır. Ama artık bu devir sona erdi. Ülkemiz sadece Koronavirüsten değil aynı zamanda bu medya ve siyaset virüslerinden de inşallah kurtulacaktır."
Cumhurbaşkanı farkındaysanız, somut bir kişiden ya da gruptan söz etmiyor.
Muğlak ifadelerden onu siz çıkaracaksınız.
Bunlar gününe göre de değişebilir tabii.
O gün için kimin söylediğinden – tutumundan hoşlanmıyorsa, o Erdoğan için "hastalıklı zihniyet sahibi" olabiliyor.
Ülkesinde muhalefeti ve işini yapan gazetecileri "virüs" diye tanımlayan bir yönetici, demokratik bir ülkenin yöneticisi olabilir mi?
Muhalefetin ve özgür basının olmadığı, virüs gibi görülüp, yok edildiği rejim, nasıl bir rejimdir?
Bunu sordum diye acaba şimdi ben de "virüs gibi yok edilecekler" kervanına dahil olur muyum?
Önümüzdeki cumartesi ve pazar günleri 30 büyükşehirde ve Zonguldak’ta yine sokağa çıkma yasağı uygulanacak.
Öyle görünüyor ki bu uygulama sadece önümüzdeki hafta ile sınırlı da kalmayacak, ileriki haftalarda da benzer bir durumu yaşayacağız.
Bunun nasıl bir tedbir olduğunu Sağlık Bakanlığı’nın Bilim Kurulu üyelerinden biri açıklasa da öğrensek, iyi olacak.
Dikkat ediyorum, zaten medyada görünür olmakla ilgili bir sorunları yok. Bakanlığın da buna itiraz etmediği anlaşılıyor ki doğrusu da bu zaten.
Onun için bu konudaki fikirlerini açıklamalarının da bir sakıncası olmasa gerek.
Ben hekim değilim ve doğrusunu isterseniz bu konuda ne öğrendimse Bilim Kurulu üyelerinin açıklamalarından öğrendim.
Bize anlattılar ki bu virüs, bir insana bulaştıktan sonra hastalığın ilk belirtilerinin görülmesi 2 – 4 gün içinde oluyor. Ama bazı kişilerde belirtilerin ortaya çıkması 14 güne kadar varabiliyor.
Virüs bulaşığından şüphelenilen insanların başkalarıyla temaslarını kesmek amacıyla 14 günlük karantina altına alınma nedenleri bu.
Demek ki hafta sonu sokağa çıkma yasağının amacı, bu tür bir karantina değil.
O zaman geriye kalıyor 2 günlük yasağın ne işe yarayacağı sorusu.
Bu olsa olsa sosyal hareketliliği 2 gün için minimuma indirmek amacını taşır ama bu salgını durdurmaya yetecek bir önlem değil.
Çünkü yasağın başlangıcında ve özellikle bitişinde sosyal hareketliliğin tepe noktasına ulaşmasını da beklemek gerek.
Diyelim ki her şey yolunda gitti ve toplumsal hareketlilik iki gün için mükemmel şekilde engellendi.
Sonra?
Bu süre hastalığa yakalananları tespit edip, izole etmeye yetecek bir süre değil. Ve dolayısıyla hasta kişilerle temasta bulunanları karantina altına almak için de yeterli olamaz.
Belli ki bu yasak, dostlar alışverişte görsün yasağı.
Bilim Kurulu, en az iki haftalık sokağa çıkma yasağı istiyor, Cumhurbaşkanı Erdoğan sanki semt pazarında domates seçiyor gibi pazarlık ediyor: 2 gün!
Salgının ilk günlerinde bu işi ciddiye almadılar.
Uçaklar dünyanın dört bir yanından virüs bulaşmış insanları Türkiye’ye taşırken, seyrettiler.
İnsanlar test yapılmadan, yalap şap bir ateş ölçümüyle ülkenin dört bir yanına virüsü taşıdılar.
İşin ciddiyetine uyandıktan sonra aldıkları her tedbir de yarım yamalak.
Ve bu işi düzgün yürütmek zorunda olanlardan kimse cesaret edip Erdoğan’a bu işin aslında çok kötü yönetildiğini söyleyemiyor.
Sağlık görevlileri, her kademede fedakarca çabalıyorlar ama en tepedeki zat, kulaklarını bilime kapattığı için Türkiye, en kötü tablonun yaşandığı ülkelerden biri.